Onun adıyla başla; dostunun, dostlarının. Derde derman isimler, çaresi bühtanının. Selâm söyle şahına, şahının cananına. Canana kurban olup girersin meydanına.
Mecazı kâinattır sırrı bütün hilkatin, döner durur peşinde, sönmeyen hakîkatin.
Kelime sonsuza eş, mecazı kum kum ateş. Ma‘nâ çölünde gördüm, rüyada uykum ateş. Bir liyâkat yok ama tutuşan ümidim var. Yaşadıkça anladım; gurbet, bir başka diyar. Bilinmeyen kelime, bilinmeyen mesâfe; Kitabın ve hayatın, tamamı mukaddime…
Hakikati gizledi, düğümledi kelime. Bir adım fakre, ilme; bir adım daha acze. Kararsız hissiyatım, mecaza mukaddime.
Pişman hâlime ümit: Sevgi, denge, irade; âhir ömrümde artık, seyran kendi kendime. Seyrine nefes için kâinat mukaddime…
Önsözün dokusunda yıkanırız anbean. Bir yudum iç, tadımlık, su damlasında zaman. Kısa dünya hayatı, işte tek bir saniye, bu geçen zaman değil, sonsuza mukaddime.
Sonsuz sıfır arası, tek bir an, mutlak zaman, ezel ebed toplamı, şimdilerde ne ise; zerreden küçük gelir, seyreden idraklere. Derler ki: Haydi! Oku! Kitabın sonsuz zaman; hayatın, bitmeyecek, bir ân’a mukaddime.
Mecazı kâinattır sırrı bütün hilkatin, döner durur peşinde, sönmeyen hakîkatin.
Kelime sonsuza eş, mecazı kum kum ateş. Ma‘nâ çölünde gördüm, rüyada uykum ateş. Bir liyâkat yok ama tutuşan ümidim var. Yaşadıkça anladım; gurbet, bir başka diyar. Bilinmeyen kelime, bilinmeyen mesâfe; Kitabın ve hayatın, tamamı mukaddime…
Hakikati gizledi, düğümledi kelime. Bir adım fakre, ilme; bir adım daha acze. Kararsız hissiyatım, mecaza mukaddime.
Pişman hâlime ümit: Sevgi, denge, irade; âhir ömrümde artık, seyran kendi kendime. Seyrine nefes için kâinat mukaddime…
Önsözün dokusunda yıkanırız anbean. Bir yudum iç, tadımlık, su damlasında zaman. Kısa dünya hayatı, işte tek bir saniye, bu geçen zaman değil, sonsuza mukaddime.
Sonsuz sıfır arası, tek bir an, mutlak zaman, ezel ebed toplamı, şimdilerde ne ise; zerreden küçük gelir, seyreden idraklere. Derler ki: Haydi! Oku! Kitabın sonsuz zaman; hayatın, bitmeyecek, bir ân’a mukaddime.
Cevher Vasıflı E r i ş i m
Kelime hangi hakikatin metaforudur? / İnsan ve evren arasındaki mesafenin mi?
Prof. Dr. MEHMET ÖNAL
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Hakikat, büyük-sonsuz evren ile küçük-sonsuz atom arasına gizlenmiş. Mekân, uzay, dünya ve tabiat… Bunların, zaman-mesafe-hareket organlarıyla temsilen anlama aktarılması, bu aktarmada kelimenin kullanılması ve oradan erişim basamağına geçebilmek için bir hayat sürülmesi… Mitoloji, din, bilim, felsefe, sanat aynı şeyi söyler. Farklı bakışlar zannedilen ve henüz anlaşılamamış bir mantık sistemidir bu.
Kelimeyi irdeleyecek parça ve bütün münasebetleri kurarak “var oluş ne demek istiyor” sorusunu sormak, cesaret meselesi. Bu soruya “kelime” cevap verebilir mi? Bilgi’nin; deney, sezgi, akıl yürütme, kurgu ve mecaz teknikleriyle elde edilme iradesini, ana amaç erişimi için kullanmak, aynı cesaretin sınırları içinde…
“Her şey niçin var?”… Soruyu farklı biçimlerde soran; farklı kaynaklardan farklı cevaplara ulaşan birbiri ile kavgalı metotların sahiplerine “Aynı konuyu çalışıyorsunuz!”, demek ne kadar da zor.
*
Anlambilime göre; evrenin, insanın, kelimenin ve mecazın mâhiyeti, anlamın çözülmesine bağlı… Çözümün formatı, erişim kurgularından geçer ki mecaz, böyle bir kurgu… Atom, evren, insan böyle bir kurgu… Anlam arayışı, ilk sebebi, evveli ve sonrayı tam olarak göstermese de, insan onuruna yakışır bir tercihe götürecek süreci kapsayan mutlu bir yaşam şeklidir. Bunda kelimenin rolü ve yardımı, çoktur.
*
Ritüeller, mitolojik ve dinî eserler, estetik ve kurgusal metinler, onlara uygulanan ilmî bakış ve oradan derin bir zihin fırtınası yaparak binlerce gündeme çabucak uyum sağlayan mecaz ile gerçeği temsil etme metodu, eski bir gelenektir ve herhâlde, dünya durdukça var olacaktır. Mecaza mukaddime, böyle bir anlayışın özetidir.
*
Mecaz, bizi cevher vasıflı bir erişim sistemine götürür.
*
Var oluştaki uyumlar sistemi; kurguya, kurmacaya, mecaza sevk eder. İki veya daha fazla obje arasındaki uyum, daha önce bu objeleri kurgulayan bir büyük kuvvetin cevher vasıflı erişim sistemi kullandığını gösterir. Edebiyattaki mecazlar ve semboller, bu uyumu, bir rüyânın tâbiri gibi anlatır.
Su eğimi bilir ve akar… Demir, ateşi tanır ve erir… Her şey fânî ve madde şuursuz ise, bu uyum nasıl sağlanır? Erişim sistemi de yok… Öyleyse mecazen anlatırız.
İnsan vücudunda, evrende, zihinde milyarlarca mikron birimin birbiriyle iletişimi; üstün vasıflı bir cevher erişim yapısına sahip lâtif ve kudretli bir öznenin vasıflarını temsil eder. Milyarlarca objenin kelimeye, sese ve söze dökülmesi, bir anlam transferi ve mecaz karakterli bir iz düşümdür.
*
Anlamı olmayan uyarıcı yoktur ve uyarıcısı olmayan bir anlam... Anlam, müstakil bir bilim dalıdır. / Anlama, evrensel ortak akıl ve hür düşünce ile ulaşılır.
Öz, hakikatin aslıdır ki, madde ve mânâ birleşimi ile insan, nesnel anlamı ifadelendirebilir. Anlamın öz hakikatine ulaşmak, nesnel ve tasarı anlamı olarak kelimelerle anlatılabilir.
İnsan, gayretle sezecektir ya anlam, kelimede sır kalacak.
*
Ülkemin her alanındaki erken yeterlilik, mecazı da sardı.
Türkiye’nin sarsıcı gündemi:
“Şâkirdi olmadığım dâvânın üstâdıyım, babam kimdi unuttum, nefsimin evlâdıyım”…
Kim diyor bu sözleri? Muktedir olamayanlar ama öyle görünenler. Bu ifadede, yeterlilik ve yetersizliği anlatmak, vah ki, mecaza düştü! Dağların taşların kabul etmediği yükü aldık üzerimize. İhtiyaçlar yükü de var. Hele gönül yükü? Acaba bütün bunlar yük mü, lütuf mu? “Yük”, kültürümüzde bir mecazdır, lütfu temsil eder. Doğum-ölüm gibi ve hayatı var eden varlık-yokluk-hiçlik gibi…
Edebî mantık dışında sanat, felsefe, bilim, tasavvuf, teoloji, kozmoloji, epistemoloji mantığına gitmedikçe; millî ve yerli kelime koleksiyonu, tercüme edilip evrensel ilkelerle tanımlanmadıkça, hele birikimler ferde indirgenmedikçe, mecazın varlığı; evren ve insanın varlığı, yorumlanamıyor. Yorumlar metafor, alegori, sembol, imge...
Günümüzde, süper egoya hizmet eden aşk çatışması, “gül” ile temsil edilemiyor. Eğer “yeni” olanı gelenek hâline getiremez isek, bugün geleneğimizden bize bir hayır yoktur. Gül ile başlıyoruz, kadınlarımızı esir edip öldürüyoruz. Yeniyi gelenek hâline getirmek, bizi aşıyor, mecazla uğraşıyoruz.
Çatışma; zaman ve mekâna hareket gibi, hayâtiyet verir: İlk durduğun yer ile şimdiye kadar gezindiğin yerler birbirine zıttır. Var olmadan önceki hâller ile varlık; karanlıkla ışık tezattır. Hz. Muhammed, yeniyi; İslâm ve gelenek hâline getirdi. Biz niye İslâm diye, eskiyle uğraşıyoruz? Rönesans’ta eyleme geçmiş düşünce, bir evvelki sabit Orta-çağ zihniyeti ile tezattı. Rönesans, yeniyi gelenek hâline getirdi. Osmanlı, Selçuklu’nun nizâmî görünmeyen yenilikçi içtihatlarını gelenek hâline getirdi. Bir de hakikati, “ asrın idrakine söyletmeli” ama nasıl?
Medeniyeti, geleneğinde var olan zıdd-ı kâmil anlayışı ile durağan ve sabit olanı, harekete geçirmelidir. Bütün alanlarda, medeniyet, böylece ihyâ edilecek. Mecazda, sanatta, ilimde ve kültürde çatışma, kaos oluşturabileceği gibi, medeniyeti de davet eder. İnsan varlığımız, bilim ve sanatta kontras, çelişki, merak unsuru, çözüm bekleyen bilinmezler, zıtlık zincirleri, var-yok, iyi-kötü, güzel-çirkin tezatları ile hayâtiyet kazanır.
Varlık kelimesi başta olmak üzere erişim, zaman, mekân, insan, hayat gibi konuların, hayatımızdaki yerini düşünün. Yazı’dan önce, sözlü isimlendirme çağının ilk sezgileri içinde olduğunu tahmin edebildiğimiz bazı sorular, bugün de insanları yakından ilgilendiriyor. En çetrefil mesele ise “Her şey niçin var?” sorusu…
Çağımızın hakikat arayıcısı Badiou; hakikatin dört sebep dolayısıyla bilinemez olduğunu söyler: Tanımlanamaz, ayırt edilemez, karar verilemez, türeyimsel (genetik / oluşa ilişkin olan, oluşumlu)… Bu yorum; matematik / felsefe / tasavvuf anlayışlarının ortasında bir yerdedir.
Hakikat nedir? Binlerce yıl, cevaba ulaşamadık. Mitoloji, inançlar, bilim, felsefî yorumlar, sanat, estetik kurgular… Kesin bir cevap var mı, hemfikir olduğumuz? İnsan için en büyük buluş, icat, keşif… Hangisi? Hakikat mi? Mutluluk mu? Hikmet mi? Erişim mi? Erişebildik mi? Soruyu hep ihtiyaçlar, dışımızda gelişenler, yer ve yâr arama mücadelesiyle aradık.
Hakikat bir yana, daha kendi kelimemizi keşfedemedik.
Ey insan, söyle kelimeni buldun mu? Senin için en önemli kelime / (kelimeler) hangisi, hangileri? Tek bir kelimenin sembolik değil, gerçek(!) anlamına erişim yolu nedir?
Bizim için önemli olan gündemler ve onları anlatan kelimeler devamlı değişiyor. Hangi gündem hakikat? Hakikatin dili, dünya diline benziyor belki, ama biz okuyamıyoruz. Tercümesi de yok; kuşdilinde, karınca hecelemesinde sürüyor ilmimiz. Bu yüzden var efsâneler, masallar, kelimeler, mecazlar… Kelimenin, tek başına bir kurmaca dünya oluşturduğunu düşünüyoruz.
İnanırız ki, tek bir kelime, varlığın izahı ve ispatıdır. Öznel kanaatlerimizle, kâinattaki ezelî kurgunun, kelimelere ve mecazlara başlangıç olduğu söylenebilir. Kurgu ve kader arasında bir alâka var. Beşerî kurgu ve mecaz, varlık kurgusuna gizemli bir ayna tutuyor. Kelimelerdeki mecazın ve “fâni dünya” ifadesindeki eşyanın geçici oluşu, birbirine benzer. Sanki bütün kelimeler, başlangıçta birer mecazdı.
Kurgu cümleleri de, fizik-metafizik ilgisini vasıflandırabilir. Ne diyelim… Oku… Dinle… Düşün… Ve benzeri selâmlarla mecazı ve kurguyu irdelemek için, gayret et!
*
Kelime aynasında hayat , mecaz yoksa nasıl anlatılır?
Hakikat, varoluş adlı metafora mı gizlenmiş; kelime adlı metafora mı? Anlatılanlar, içinde hakikat damlası bulunsa da, anlaşılmıyor, diye düşünürüz. Gizli cehaletten, gaflet ve dağınıklıktan kurtulup anlayana dek; gerçeği, gerçekten uzaklaştırıp; çoğunlukla mecaz hâle getiririz. Doğal algı kanunu böyle… Mecazın da hepsini anlayabilsek ya! Ne mümkün! Kelime aynasında hayat; arka plân hakikat bahçesinde, mecaza mukaddime kimliğine bürünür.
*
“…korkma ebedî varsın…” Yunus Emre
"Yaşamak için bir nedeni olan kişi, her nasıla dayanabilir.” Nietzsche’
*
Kelimeler, varlığın ve insanın doğasına, mahiyetine, aslına ait bilgilerin izdüşümünü taşır. Bu izdüşüme dayanarak varlığın gizemlerini, kelimede ararız. Bilim, sanat, felsefe, inançlar, mit ve menkıbeler, metafizik çalışmalar içinde kelimeye, kelime ile sorular sorarız. Kesin olmayan bilgilerde; “Biz, kimiz? Neyiz? Nereden geldik? Niçin buradayız?” vb. sorular için cevaba götürecek ipuçları belirsizdir.
Bu tür sorular; kelimenin bir metafor olduğu gerçeğinden hareketle, bizi kelime ontolojisine değil, anlam ontolojisine götürür. Kelime ontolojisi dediğimizde, ya kavramı ya anlamı kast etsek de anlarız ki burada kelimenin ontolojisi olmaz. Ontoloji yapmaya kalksak, elimizde üç beş harf, birkaç hece kalır. Kök, ek, gövde ve kelime dağarcığı ile etimoloji olur. İnsana ait bir iz arıyorsak, kelimeyi inceleriz. Anlam ararız. Kelime; anlama götürdüğü, anlaşma sağladığı, bir anlam taşıdığı için önemlidir. Anlam, asıl amaçtır. Kelime, anlamı temsil eden sembol / mecaz işlevi görür. Asıl olan anlam iken, kelime ontolojisi ile nereye varabiliriz?
*
Kelimeyi bulduğumuz ve kelimede edilgen olduğumuz gibi kendimizi de bu dünyada var olmuş, var edilmiş bulduk. Her şey olmuş bitmiş. Emek, alın teri ve irademiz ile dünyaya gelmedik. Edilgen bir şekilde buradayız. Buna teşekkür mü etmeliyiz, karşı mı çıkmalıyız? Edilgen özne, cümlede hangi kabulün tarafındadır, bilmiyoruz. Kendimizden ve kelimeden habersiz bir özne iken; varlığın aslını ve hele kendimizin anlamını düşündüğümüzde, her edilgen gibi, başka bir kuvvetin hükmü altındaki eylemi biz gerçekleştirmiş görünüyoruz: Hayatım, prensiplerim, benim dünyam, tercihim…
Gaflet metaforları, kelime hüviyetinde… Hangi güçler sebebiyle, kâinat adlı makro/büyük bir sonsuz sistemin ve atom adlı mikro/küçük bir sonsuz sistemin arasında ve sonsuzlarca büyük soyut/ düşünce dünyamızla baş başa; yeryüzü/dünya adlı bir yerde, farklı kültür, coğrafya ve iklim şartlarında var olduk?
Biyolojik ve sosyal prensiplerle; fizik ve metafizik kurgularla, yakınlık ölçüsüyle; aile soy, kabile, millet, kültür, dil ve geleneklerle vasıflandırılıyoruz. Bizi, ortak dünya bütünlüğüne göre parça / grup diyebileceğimiz bu sosyal, kültürel, siyasal ve etnik ayrımlara hangi kelime/ler götürdü?
Farklı olmak; tanışmak, gelişmek ve sevmek içindir diyeceğim, ya biz, niçin savaşıyoruz?
Kelimeye bakarsak, insan; beşer, canlı, düşünen bir varlık… Kendimizi, ailemizi, inanç ve gelenekleri; vatan, millet, devlet vb. değerleri; dil, ırk, soy gibi tasnifleri, neye göre düşünmeli ve anlamalıyız? Varlıkta, dünya içinde, insanlık için kelimenin izdüşümünde gerçek bilgi nasıl elde edilir?
Akılla, duyguyla, doğal algı ve mantıkla, fikir yürüterek, neyiz, kimiz, niçin buradayız, ne yapmalıyız diye kelimeye soruyoruz. İhtiyaçlarla, arzu, hırs ve emellerle cevap arıyoruz! Düşünmeli miyiz? İnanmalı mıyız? İkisi de mi? Hiç biri mi? Bir kelimede odaklaşmak zor. Dikkatimiz kaybolmuş.
İnsana herhangi bir vasıf veya mensubiyet tercihi dayatarak var oluşu, kelimeleri kullanarak, kim, hangi kurumlar, hangi teoriler, hangi inançlar, niçin ve nasıl anlatıyor? Ne yapmak gerektiğini, hangi kelimeler öğretiyor? Bilim, felsefe, sanat, din, yaşam şekli, niçin birbiriyle çelişiyor, birbiriyle savaşıyor? Aslında savaş kelimelerle mi?
Nasıl gruplanmışlar! Fâil, nesne, yüklem, tümleç… İsim, sıfat, zarf, zamir, edat, bağlaç, fiil… Tabiatta ve uzayda doğal kalırken, insanlar arasında yapay organlar hâline gelmiş kelimeler. Uyumu, sevgiyi unutmuş; ya devlet olmuş veya devlet içlerinde büyük güç kazanmış… Yapay kurallar belirliyor kelimeler. Kimileri samimi, dürüst, güvenilir, erdemli… Akılcı veya duygusal, bağımsız, evrensel… bunun yanında vahşi, bencil, gafildir kelimeler… Düşünmeyi, fikir üretmeyi; kendimizce özgür tercihler yapmayı kimlerin kelimeleri önlüyor? Niçin bazı insanlar, gruplar, kurumlar, tıpkı bizim gibi kendilerini ve varlığı tam olarak anlayamamışken bizleri kelimeler dünyasıyla idare etmeye çalışıyor? Onların amacı kendi kelimelerini öğrenmek değil de bizi, sübjektif kabullerine göre din, devlet, vatan, hakikat, özgürlük, bilim, cumhuriyet ve benzeri değerlerle yönlendirmek mi?
Niçin böyle yapıyorlar? Haklarını hem de bizim haklarımızı, sorumlu ve özgür sözcüklerdeki tercihlerimizi yok sayıp bize bir şeyler yaptırmaya mı çalışıyorlar? Tarih buna şahit. Bazı bilim adamları Allah’a inanmıyor. Bazı dindarlar da demokrasiye, bilimsel gerçeklere sırt çeviriyor. Kimi felsefeyi küçümsüyor, kimisi de sanatı oyun veya sadece eğlence sanıyor. “Emek” ve “hak” kelimeleri, alınıp satılıyor. Devlet kavramının başındakiler, zorbalık yapıp adına kelimelerle kanun diyor. Ne yapmalıyız? Herkes edilgen olarak kelimelerin aslî faili olmaya çalışırken… Belki de, ne yapıyor, ne düşünüyor, ne söylüyorsak; meselelere, farklı açılarla birlikte, bu noktadan da bakmalı, diyor kelimeler... Öğrenirken, düşünürken, bilgiye ulaşıp yeni bilgiler üretirken, dikkatli davranmalı… Düşündüğümüz, söylediğimiz, yazdığımız kelimelere mahkûm olmamalı… İnsanı, dost kelimelere âşinâ kılmalı. Sevgi ve kardeşlik kelimelerini anlamalı. Kendimizle olan bağı, kendimizle iletişimi ve tutarlı mesafemizi korumalı… Kelimelerin; hakikate metafor, mecaza mukaddime olduğunu unutmamalı…
Hayat armağandır; insanlar, kardeş… Ve dünya, çok unsurlu… İnsan, kardeşliği unutmasın, haddini ve hakkını bilsin! Demokratik ölçülerde, kardeşlik hukukuyla özgürce hakkını arasın.
Hayat, tutarlı kelime tercihlerini, çoğaltabilme işi… Bunu anlatabilmek; anlatmak sanatının, sihirli anahtarı: O değilden bir mecaz… Bir mesel, bir mimesis… Anlatılsa da, insan, “savaş bitmez, dünya böyle gelmiş, böyle gider” türünden cevaplar veriyor. Niçin? Bu ümitsizlik, iman olmuş…
Anlam veremiyoruz, olan biten hâllere… Israrla öğretilmiş, ezberletilmiş, hattâ benimsetilmiş; tercih basamağına ulaşmamış da olsa mânâya inancımız… Kabul ettirilmiş.
Çok çalışır, gayretle sabredersem, gereğini yaparsam… Bu şartlara bağlanmış bir damla ümit olmasa… Tekmil aynı tavada; birlikte yandığımız, şu sevdalık olmasa… “Yarın güzel olacak”, diyemese gönüller… Olan biten hâllerin, sebepsiz etkilerindeki anlamsızlık bir yana; felâket diye dönüp duran dünya yaşanmaz olur. Sebebi bilmesek de, bir anlam arıyoruz; öncelik kendimizde, sonra sevdiklerimizde ve çılgın arzularımızla dönüp duran dünyada...
Sebepler: Ya gerçek değil onlar; ya kabul edilemez. Bir dert ki bu “var olmak” ya da anlatamamak… Bir girizgâh, bir mecaz… İmdada yetişecek, birkaç benzetme ile… Negatif kutupların pozitiflerini bulduğumuz zaman; armağanı; sevgi ve kardeşlikle kelimelere aktaracak dünyamız…
*
Hayat bildiğimiz, hattâ yaşayarak içinde olduğumuz bir sürecin kelimesidir. Bilinmeyen; “Ne, Nasıl, Niçin, Ne zaman?” sorularına; tevil, yorum ve metaforla cevap aradığımız büyük bir sır: hayat…
Hayatın anlamı; dil, düşünce ve ontoloji ile çok yakından ilgilidir. Anlam zihinde oluşan bir değerin gerçek hayatta karşılığı bulununca asıl hüviyetine kavuşuyor. Anlamı tam idrak etmek, böyle bir eşleşmeye bağlı…
Anlam, hele hayatın anlamı, kolay bulunur bir bilgi değil… “Yaşamın anlamı insandan insana, günden güne, saatten saate farklılık gösteriyor…[[1]]. İnsan, çevresinde / iç dünyasında olan biteni anlamak istiyor. İhtiyaçları karşılamak, mutlu bir yaşam sürmek, bu dünyanın nasıl bir yer olduğunu düşünmek… İnsan olmanın bir gereği… Klâsik kültürler, bu dünyaya sadece mutlu olmak için gelmediğimizi söylüyor. Biz ise mutlu olmak istiyoruz.
Yaşam boyunca karşılaştığımız olumlu ve olumsuz hâller, iyi ve kötü düşüncelerin bir arada olduğu bir dünyayı anlamak ihtiyacını da beraberinde getirir. Ne yaparsak iyidir? Hayatın hakikati nedir? Bu sorular, insanın içinde bulunduğu ortamda cevap arayışına sebep olur. Aranan cevap, bulunan bilgilerle uyum sağlar veya sağlamayabilir. Önce ihtiyaçların karşılanması gerekir. Maddî ihtiyaçların ardından insan kişiliğinin beslenip gelişmesi tamamlandıktan sonra hayatın bir anlamı olur. Maddî ihtiyaçla birlikte kişilik, insanlık onuru ve ruhun beslenmesi ihmâl edilirse, hayat anlamsızlaşır.
İnsan, doğal ihtiyacını, normal yollardan karşılayamazsa, hayatta anlam arayışı, yanlış ve tutarsız değerlendirmelere sebep olur. Varlık ve hayat için anlam arayışı, bilinçsizce yapılırsa, sonunda ulaştığımız her nokta araç haline gelir ve anlam arama amacı ve hedefi, yok olur.
Kendimizle, ikinci şahıslarla, toplumla, eşya ve doğa ile iletişimimiz tutarsızlaşırsa, hayatın anlamını kaybetmeye başlarız. Amaçsız, sevgisiz, iletişimsiz, tatminsiz insanlar hayatta bir anlam bulamaz. Hastalıklar, hayatımızda beklenmedik büyük ve kötü sürprizlerle dolu ani değişiklikler, ölümler, vahşet ve zulümler, her türlü felâket, hayatın anlamından çok şey götürür.
Ne yapmalıyız? Hayat nasıl anlamlı bir hâle gelebilir?
“…bu yaşamın anlamını üç farklı yoldan keşfedebiliriz:
“1. Bir eser yaratarak ya da bir iş yaparak;
2. Bir şey yaşayarak ya da bir insanla etkileşerek;
3. Kaçınılmaz acıya yönelik bir tavır geliştirerek” [[2]].
*
Severek, anlayarak, çalışıp ihtiyaçlarımızı doğru yoldan karşılayarak, bir aile içinde sosyalleşerek yaşamalıyız. Hayatın geçici olması, sorumluluklarımızın yerine getirilmeyeceği anlamına gelmez. Sorumluluklarımızı yerine getirmeliyiz. Varlığın o büyük, o sırlı anlamını İnsan bilemez. “…nihai anlam, zorunluluk gereği insanın sınırlı zihinsel yetisini aşar…” [[3]].
Evrensel ahlâk kurallarını, içinde olduğumuz kültür formatına göre yaşıyoruz. Makul olmalı, insanlara, tabiata rahatsızlık vermeden yaşamalı.
Hayatın anlamı nedir?
“Anlam yalnızca benim verdiğim bir hüküm olamaz. Eğer hayatın bir anlamı varsa bu anlam, olduğunu düşündüğümüz ya da olmasını istediğimiz anlamdan bağımsız olarak, sizin, benim ve geriye kalan herkes için geçerlidir. Herhangi bir şekilde hayatın birden fazla anlamı da olabilir. Niçin tek bir anlamı olduğunu düşünmeliyiz ki?” [[4]]
Niçin, yaşadığım her şey daha önce yaşanmış? Sorun ama pek de dikkate almayın. İnsanlarla anlaşmaya çalışın. Hayatta, birinci derecede anlaşma her zaman mümkün değildir. İnsan anlayandır, hiç olmazsa dostunun zaafını…
Hayat, mizaç tamiri, mizaç inşasıdır. Kelimelerle, ideal olanı ararken, gerçek hayattaki ideale gönderme yaparız. Ömür, inşa ettiğimiz bir kişiliktir. O kişiliğin sahibi biziz.
Hayat denizinde, vücut gemisinin kaptanı olabilmek için amaç ve hedef rotası çizmek zorundasınız.
İyi bir bütün; ancak ayrıntılarla ortaya çıkar. Her ayrıntı, bütünün emrinde mütemmim bir cüzdür. Ayrıntı için yaşanmaz, ama ayrıntısız da yaşanmaz. Eşya o kadar önemli bir ayrıntıdır ki şahsiyetinizi temsil eder.
Hayatta karmaşa da var. Karmaşayı, yönetemediğimiz için sevmeyiz. Bir cazibe merkezi yakalamalı… İtibar, itibarî bir şeydir. İtibarî, geçici, göreceli olsa da kendimize göre faydalı bir meşguliyet şarttır. Gerçekle, zihnimizdeki gerçek her zaman aynı olmaz. Sen dünyaya nasıl bakarsan dünya odur.
Hep, yaşanmamış günlerin özlemi var insanda. Yaşanan günler niçin kıymetsiz? Hayat, bir tercihtir bazen… İhtimâl, hiçliğe dûçar… İmkânlar, yokluğa mecbur. Tek veya çok, hiç ya da hep… Mecburiyetler ve tercihler birbiri ile bağlantılı olursa, anlam için bir yol bulabiliriz.
Başka teklifler de var hayatın anlamı için:
“…yaşamın anlamından söz edildiğinde bunun ne anlama gelmesi gerektiğini anlayamıyorum. ‘Anlam’ sözcüğü, anlamı söz konusu olanla, başka bir şey; örneğin bir hedef, bir tasarım, bir plan arasında bir bağ kurmalı. Ama yaşam ve burada bütün düşünülen yaşadığımız dünyadan başka bağlantı kurabileceğimiz başka bir şey yoktur (..) anlam bize bağlı. Bununla (…) büyük bir bağlam içinde uyum sağladığımız yaşam biçimimiz gösteriliyor; belki sadece bir imge, bir güven, bir niyet. Ama bizim iyi anlayabileceğimiz bir şey” [[5]].
Evrensel olarak maneviyatçılar, tasarı anlama; maddeciler, nesnel anlama hakikat derler. İkisi de ayni şeyi söylüyor olsalar da hareket noktaları farklıdır… İkisini birleştirirsek, anlamın nesnesini buluruz. Başlangıçta büyük bir başarıdır.
Öz, hakikatin aslıdır ki, madde ve mânâ birleşimi, ancak nesnel anlama ulaşabilir.
Zihnin aracı olan kelime, perdeyi aralar.
Özne, hakikattir. Cümleyi o kurar. Nesne, hayatla uygunluğu aranan, var edilendir. Hareket, yüklemin ifadesidir, özne ile nesnenin bağlamıdır. Nesne de özne ile yüklemin bağlamı… Tümleç, tamamlayıcı unsur olarak arkadan gelir.
Yüklem yargısı; bilim-sanat-felsefe-din-tasavvuf disiplini sınırlarından birine girmeden, nesnel ispat açısından tutarsızdır. Halk filozofluğu, tasavvuf nutukları, geleneğin kelâm-ı kibarları müstesna, tutarsızlık, ölçütleri uygulamamaktan gelir. En güzeli hepsini birleştirebilen bir zihnin cümlesini okumaktır. Aksi takdirde anlamın nesnesine bile ulaşılamaz. İnsan, hiç olmazsa kendi anlamına ulaşmalıdır. Anlamın özü bilinemez. Sezgisi, inancı, postulatı, özlemi, teorisi… Nesnel anlamda kalır. Anlattığımız, nesnelliktir.
Öz bütündür. Bilgi, nesnel-anlamın parçalarıdır. Zihin; tür, kategori, konu gibi sınıflamalar yapar. Yöntem, büyük öz evreninin içindeki küçük evrenleri algılayıp saymalıdır. Sayı ve onun ilmi matematik böyle ortaya çıkar. Sayılar, Sümer’de, Mısır’da buğday sayar; bu asırda galaksileri… Geometri, sayı ve hesabı, şekil ve forma (uzam) döker. Kelime, rakam, şekil; nesnel anlamı birlikte arar.
Dil, matematik, geometri, nesnel anlam parçalarıdır.
Dilin oluşumu, kelime ve diğer anlam birimlerinin dildeki sistematik durumu, dilbilim, anlambilim, göstergebilim gibi çeşitli disiplinlerce incelenir.
Hareket noktası kelimedir. Kelime, anlamın kendisi değil, (temsil, sembol, gösterge boyutunda) taşıyıcısıdır. Kelime-anlam bağlamı kelime-mecaz bağlamına benzer. Bu ilgi, kelime yerine mecaza mukaddime tercihini getirdi.
*
İnsanoğlu kendini ve evreni algılar. Algı, zihinde düşünceler zinciriyle anlama dönüşür. Anlam da kelimelere… Bizler, kelimelerle düşünürüz. O kelime, bir sonraki zaman için iletişimde kullanılacaktır. Aslında her anlam ve her kelime, bir sonraki zaman içindir. Anlamlı bir hayatın kelimeleri, bilinçli varlığın zamanına gönderildikçe, o varlık da kendisinden sonraki insanlara gönderecektir anlamı ve kelimeleri.
Konuşurken ve düşünürken, kelime, hep bir sonraki an, bir sonraki saniye veya asırlar içindir. Anlamda var oluşun sonsuzluğu anlatılıyorsa, dil ve kelime art süremli ve eş süremli iki özelliğinin yanında sonraki zamana ulaşacak bir yeni mesaj ile dolu olacaktır. Son sürem veya sonraki etki süremi… Anlam, kelimelerle anlatılabilir. Her dil, tıpkı evren gibi zaman geçtikçe gelişiyor, genişliyor. Daha önce hiç telaffuz edilmemiş kelimelerde yeni anlamlar, yeni düşünce oluşumları ortaya çıkıyor. Demek ki, dil ve anlam konusu hiçbir zaman son hükme varamayacak. Eşyanın, nesnenin, maddenin ve kâinatın somut sonsuzluğunda dil ve anlamın soyut sonsuzluğu ortaya çıkıyor.
Düşünce; duygu ve hayâlle birlikte sezgi ve ilhamı da yanına alarak, var oluşun sonsuz yolculuğunu, dil ve kelime gezeninde gerçekleştiriyor. Heidegger’in “Dil, düşüncenin evidir” sözü ile Wittgenstein’ın “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır” sözünü, Valery’nin “Dil, düşünceyi ister istemez düzenler” [[6]] hükmüyle kıyaslayınca kaç dil var diyoruz.
Beden dili, çiçeklerin dili, seslerin, müziğin dili gibi çeşitli sistemleri lisan olan dile benzetenler, hepsinin toplamına göre sadece kelimelerin dilini düşünce üretiminde birinci sıraya koyarlar. Biz de dil yerine kelime veya kelimeler dediğimizde, anlamı ve düşünceyi ifade edenin, bazen oluşturanın dilden ziyade kelime olduğunu kabul etmişiz demektir. Öyle ya, cümle ve dil bir sistem olarak düşünülmeden sadece ve sadece kelime (ve onun kavramı) sonsuz bir kâinat inşa ederken, kelime olmadan cümle kurmak, bir dili incelemek mümkün değildir. Dil ve cümle, kelimedeki anlama göre bir mânâ kazanır. Bu yüzden edebiyat sanatının malzemesi, dil ve cümle değil, kelimedir. İnsanlarla dil ve cümle sisteminin teknik yapısını kullanarak anlaşamazsınız ama bu teknik yapı olmadan, sadece kelime ile bir şeyler anlatmak mümkündür. Örnek açıklamaları çoğaltabiliriz.
Anlam ve düşünce, kelimelerle ifade edilir, düzenlenir, sıraya konulup sınıflandırılır ve oluşturulur. Hayat görüşünü, dil ve kelimelerle kurup anlamı, kelimeler evreninde takip ve kabul etmekte hiçbir sakınca yoktur. Duygu, düşünce ve hayâl dünyası, somut ve nesnel maddî evrene hem gündem ve malzeme olacak ve hem de kelimelerle zihinde üretilen yaşam felsefesi, somut dünyaya aktarılacak.
Başlangıç bilgileri belirsizlik içerir. Sayı değerine göre “çok”, belirsizdir. Önce, az-çok diye anlıyoruz. Sonra, sayı.
Zıtlık, ön-değer için, ölçü ve mesafeyi iyi anlatıyor. Zıtlık ve çatışma önemlidir. Zıtlık ve çatışmada kalırsak, vay hâlimize... Anla ve geç. Zıtlığı çözen, çatışmayı anlayıp aşan, -anlamayan aşamaz- zıtlığın tek çatışma olmadığını anlar. Varlıkta büyük çatışma birlikte ve birlik içindedir, hele bir uzam yaşansın!
Kaç kelime biliyorum? Bilmek demekle tanım mı istiyoruz? Hayır, sadece konuşmak; hatta telâffuz, söyleyiş, pronunciation, ifade ediş… 1000 kelime var mı bildiğim?
Say bakalım! Güzel, iyi, faydalı, optimal anlam için 1 kelime. Bir kelime var elimizde. Kelime, anlamın ilk mucizeli işareti... Daha çok çok mucizeli işaretler olmalı. Bilmiyoruz.
*
İnsan; ihtiyaç, mecburiyet ve tercihlerle iç içe… İhtiyaç, normal yolla karşılanmalı. Normalin ölçüsü, kişisel ve öznel benlik aynasında evrensel ilkelerdir. İnanç, millî ve yerli ritüel; bir de imkânlar, ilkeleri destekler. Makul olmak isteyen, makulü arar. Her insan, kendine göre makul ve makbul. İhtiyaç giderilemezse, mecburiyet başlar: Hüzün, kaos, savaş… İstek, gayret, zihin pazarında refah ve çaba, tercihleri ortaya çıkarır.
İhtiyaç duyulan şey, önce istek, sonra amaç ve hedef sürecinde tercihe ve davranışa dönüşür. Niçin? Zihinde bir dalgalanma: “Anlamı nedir”? Ne oluyor? Kiminde aktif, kiminde pasif istekler… Küçük iradeyi, yaratma ve halk edişle karıştırıp isteği istenç hâline getirenler uçurumda… İnsan bir şeyi talep ederken günlük hayatın dengeli ilişkilerini kaçırabilir. Dengeli olarak dikkat çekmek üstat işidir. Ortakat sakiniyiz biz. Denge ararız. Uç noktalar, her zaman dengeyi bozar. Denge, normal demektir, normal, ortakat sâkininin sıratı, kendince mükemmel, uç noktayı neylesin.
Bir ihtiyaç var. Uçurum arifesinde nice filozof… Keşfedilen hakikat anahtarı, kapıda bekleyen orta kat sakinlerine ulaşmıyor. Friedrich Nietzsche ve ortakat sakinleri. İkisi de ârafta. İkisi de giderilemeyen ihtiyaçlarla mecburiyet sınavında. O, orta kat sakinlerini kurtarmak ister; orta kat sakinleri Nietzsche’yi… Makul iletişim kurulamaz. Kardeşlik, kâfir kavramında perdeli… Kelime uçurumunda; kavram anlama, anlam eyleme dönüşmez.
Sabrın anlamı gizleniyor. Zor zamanda düşünmek; öfkeyi, kaosu, şiddeti, davet ediyor: Mecburiyet artık bir tercihtir. Karşılanmamış ihtiyaçla perişanken bulunan kelimeler; yokluğu, aczi, hiçliği keşfe aday… Evrensel kardeşlik yok…
Bir olayı hatırlayınca, beyinde ses, koku, görüntü (kartının) hafızası da çalışıyor. “Ne, nasıl, niçin, ne zaman” soruları ile baş başa kalınca, hatırlanan süreç, belli zaman aralıklarına bölünüp ihtiyaç, zorlanma, sıra, etki, hareket, rahatlama olguları, kendi kendimize anlamak durumu yaşanınca; bu olguların birbirinden farkları algılanınca… Yeniden düşününce…
Hatırlama düşünceye; düşünce, insanın kendisi ile iletişimine… Ve başkası ile iletişime geçince kelimeye dönüştü. Anlamak ve anlatmak için kelime şart oldu.
*
“Söylenebilir ne varsa, açık söylenebilir; üzerine konuşulamayan konusunda da susmalı.”
“…benim gücüm bu ödevle baş edebilmek için pek zayıf. Başkaları gelse de daha iyisini yapsa”.
Wittgenstein / (Tractatus Logico-Philosophicu)
*
“Her şeyden önce, anlamın kaybolmamasına dikkat edilmesi gerektiğini söylemek isterim” [[7]].
*
Hayatın sebeplerini, ana çizgiyi, anlam nerede kaybolmuşsa onu düşünmeden, bütün unsurları göz önüne almadan tek bir konuya indirgeyip hayat budur, hayatın anlamı budur demek indirgemecilik…
Gelenekler kayboluyor. Benzersiz yaşantılar unutuluyor. İnsan gelenekten bazı değerleri alıyor. Gelenekte hem eski, tarihî, millî ve yerel, hem de evrensel -ihmal edilmemesi- gereken doğrular vardır. Gelenekler yok olunca insan bu değerleri alamıyor. Hayat anlamsızlaşıyor. Bunun yanında yaşamın çağdaş görünümlerinden, yeniliklerden uzak olanlarda da büyük anlam kayıpları görünüyor. Ve bu iki cepheli kayıplar, insanî değerlerin yıpranmasına sebep oluyor.
“Anlamlar, benzersiz olmaları nedeniyle her an değişir. Ama hiç bir zaman eksik olmazlar. Yaşam hiç bir zaman anlamdan yoksun değildir” [[8]]. Yeter ki, şu üç meselede hem fikir olalım: 1. Kötü gittiği düşünülen anlamı değiştirmek, içinde bulunduğumuz gerçekleri değiştirebiliyorsak değiştirmek. / 2. Değiştiremiyorsak, kendimizi değiştirmek. / 3. En acı günlerde, felakette ve zulümde ve ölümde bile bir anlam keşfetmek.
*
Büyük sosyal / siyasal boğumlanmalar yaşandıkça değer yargıları değişir. Barışta nezaket; kargaşada kaba iletişim örnekleri görülür. Anlamı idrak edilemeyen hâller, bambaşka kelimelerle algılanır. Bu arayışın kelime ve kavram dünyasına etkisi, sanıldığından çoktur.
Sistemsiz arayış, yaşanan tecrübelerde saklı… Sistemli arayışsa bilim, eğitim ve metotlu şüphe çerçevesindeki özgür düşünce ile mümkün olabilir. Ufkumuz, yöresel ve evrensel ilkelere; varlık kanunlarına uygun bir anlayışa ve erişime ulaşmakla açılacaktır.
Erişimi; önce kelime ve anlam’a; sonra diğer objelere, ötelere ulaşmak biçiminde anlıyoruz. Nasıl ki, varoluş, cevher vasıflı erişim ile mümkün kılınmıştır; insan da, kelimeler yoluyla cevher vasıflı erişime ulaşacak yeni kurgular; yeni algılama ve anlama biçimleri oluşturma gayretindedir.
İnsan için baskın tercih; cevher vasıflı erişime ulaşmaktır. O, bilse de bilmese de; istese de istemese de, böyle bir erişime ulaşma sürecindedir.
Mümkün olanı yaşamak için, kelimeleri kullanır, iletişim kurarız. Konuşuruz. Okur, yazar, dinler ve düşünürüz. Geleneksel değerleri, sonraki nesillere taşırız. Anlam denilen soyut zemini, kelimelerle temsil ederiz. Kelimenin ilk fonksiyonu; işaret etmek, uyarıcıyı gösterirken kendi tepki ve kabulümüzü belirtmek üzere kendimize ve çevremize bir ad vermek… İsimlendirme, algılamanın, farkındalığın başlangıcı… Bir ünlem haykırışı olsa da, uyarıcı karşısında şaşkınlığı giderip; “her şeyi ama her şeyi ben yansıtıyorum” diyebilmenin bir ilk yolu, isimlendirmek. Var oluşun bir sembol olabileceğini yine bir başka sembolle ifade edebilme özgürlüğüdür isim vermek… Belki de zihnî erişimin ilk adımı…
Kelimenin nesnel gerçekliği bir yanda; sembol, mecaz, kurgu ve kurmaca mantığı, diğer yanda… İnsan bazen seziyor ama göremiyor. Hayatın önemli bir kısmı, çevreyi tanımakla, ihtiyaçlarla, bir şeylere, bir yerlere ulaşmak isteğiyle geçiyor. Kelime hep sahnede… Bu hâllerin kimi gerçek, kimi hayâl… Daha çok sübjektif algılar…
Algılar; düşünce, duygu, hayâl ve sezgilerle bize kelimelerden oluşan bir evren kuruyor. Bu evrendeki her şeyi isimlendirmek ve anlamak istediğimize göre… Anlatacak olsak; mecazlar ve gerçek kabul edilen kelimeler; anlamak ve isimlendirmek amacı yanında ihtiyaçlarla, var olma mücadelesi zannettiğimiz duygularla, bizi sarıp sarmalıyor.
Buna rağmen; ne düşünsek, söylesek, ne yapsak: Gerçeğe ve arkasındaki hakikate ulaşamıyoruz. İçinde yaşadığımız hâlde, hakikatler dünyasında bir yabancıyız. Hayat, fânilikle dolu bir mecaz… Kelimeler, mecaza mukaddime… Sonra o mecazları gerçek kabul etme dönemleri…
Eğitim; mecazı mecaz, gerçeği gerçek olarak anlatmalı ve öğretmelidir ki; sübjektif insan psikolojisi, hakikat arayışında yanlış ve aşırı eğilimlere yönelmesin!
Eğitim, gerçek ve mecaz anlamlara ortak iz düşümler arıyor.
Bilim, “öz, hakikat bilinmiyor; binlerce yıldır, aranıyor”, derken insana bir yol gösteriyor: Birikimleri ve deneyimleriyle, yaşamın düzenini ve uyumlar sistemini bozmadan hakikati arayan insana kelime ne söylüyor?
Bilim, asırlarca, nesne ve maddeye gerçek dedi; şimdi uyarıcı, sembol, gösterge diyor. Klâsik kültürler ise baştan beri, insan dâhil, onun algıladığı her şeye, bir hakikatin mecazı anlamını veriyor. Dünya yalandır, gelip geçicidir. İdea-mimesis bağlamı, klâsik kültürlerde madde-mânâ bağlamıdır. Binlerce yıldır, köy ve mezra kültüründe bile bilinen bu bağlantı, şimdi anlambilimin konusu oldu.
Kelimeler, var oluştaki çok parçalı olguların, bir sınıflama mantığı ile düzen ve intizam içinde yan yana veya karşı karşıya yahut iç içe bulunduğunu dikkatlerimize sunuyor ama içinde yaşanan hakikatten bir haber vermiyor. Varlık kanunları, her insanın arayarak, çalışarak kendine bir yol çizerek gerçekleri bulması prensibine göre kurulmuş.
Var oluşu anlama ve anlatmaya güç yetmiyor. Kelimenin sınıflama ve kategori oluşturma özelliğinden faydalanarak bazı kavramları düşünmek; kelimenin anlamına yeni bir erişimle ulaşmak kolaylık sağlayacak. Gerçeği, hayatın kurallarını ve makulü kaybetmeden, cevher vasıfların ana hatlarını, mecaz mantığında yorumlamak mümkün olabilir.
Kelimenin kök bilgisi (etimoloji), kullanım yerleri ve günlük hayattaki anlamı, önemli bir başlangıç noktasıdır. Bu başlangıç; gerçek, öz, hakikat, orijin gibi kelimelerle ifade edilen ama ne olduğu bilinmeyen kavramların yeniden düşünülmesine sebep olur.
Hakikat, sadece kelimenin kendi öz değeri olarak değil, bilimsel, felsefî, dinî-tasavvufî ıstılah olarak da bilinmiyor. Asırlardır, nesnel gerçek ve arkasındaki hakikat, birbirine karıştırılır. Bugün de böyle...
Kimi insan, gerçek-hakikat kelimelerini, eski dil-yeni dil bakış açısı ile yorumlar. Etimoloji ile yürürsek eğer, gerçek ve hakikat kelimelerinin farklı kültür dairelerinden kaynaklanan kökleri ile aynı mânâyı sembolize ettikleri görülür. İkisi de mazmûn, ikisi de ıstılahtır. Aynı zamanda günlük hayatın çok kullanılan kelimelerindendir. Temsil ettikleri anlam ise, bugünkü hâlde, kimi yerde gerçek, kimi yerde neredeyse, mecazdır. Alışıla gelmiş anlatımla nesnel gerçek ve mutlak hakikat ifadelerinde nüanslar bulan ve bu ikilemi, kültür etkileşimiyle anlamaya çalışan insan, anlamın sembolünü anlamak için bile yeni sınıflandırmalar istiyor.
Bir ayrım olarak; gerçek kelimesi, nesnel bakış açısında olanlar için / metafizik, nesnel olmayanlar için / hakikat ıstılahı ise, iki grubun (gerçek ve metafizik) terkibi için kullanılıyor. Belki, hakikat, nesnel olanla metafizik değerlerin kaynaşmasında yakalanacak birikimdir ki, çalışmak, okumak, düşünmek süreçlerinde birikim ister.
Gerçeğe, metafiziğe ve hakikate bir olgu değil de bir algı olarak yaklaşan ve çabucak karar veren insanın sübjektif yapısı da; sükûnet ve gayret istiyor. Hayat içinde, kendimizle baş başa kalmak; okuyup araştırmak; bilenlerle birlikte düşünmek… Nesnel gerçek, metafizik, hakikat: İçimizde... Kelimelerle ifade etmek gerekiyor.
Ama nasıl!
Tecrübelerden faydalanılmalı; bilhassa bilimin bulguları asıl kabul edilmeli; inanç sisteminde, felsefî/tasavvufî kabullerde; sübjektif tercihlerde aşırı gidilmemeli… Hele mistik tecrübelere, inanç ritüellerine kişilik teslim edilmemeli…
Farklı metotlar arasında barış ilân edilmeli. Hakikati, delil ve ispata dayalı nesnel bir olgu olarak kabul eden bilim ile hakikati, tek / bir / mutlak olarak algılayan inanç sistemi, bir arada, ortak veri ve metotlarla incelenmeli. Bilimsel ve analitik zemin şartı olmalı. Felsefenin ve tasavvufun çalışma sistemleri; kendisini mantık düzeninde ispat eden her türlü farklı görüş ve teori, bir arada değerlendirilmeli.
Bilimde, sanatta, düşünce ve inançta, özellikle eğitimde; demokrasi, hürriyet, insan haklarına saygı ve farklı inançlara hürmet olmadan, hakikat bulunamayacak.
Ortak iz düşümler için kurgu…
Varlığın ne anlama geldiğini düşünmek, anlam oluşturmak, var edilen anlamı hissetmek için, fizikî algılar; beş duyu, sezgi denilen içe doğuş, doğru ve gerekli kabul ediliyor. Başka bir algı çeşidi, bu günkü bilimsel kabullerin dışındadır. Metafizik algı için, duygu ve bilgiler ise yetersiz...
Sonsuz, anlaşılamıyor. Nesnel sonsuzluk hissi veren evrene bakınca; onun birleştiği, komşu olduğu öteler; mantık olarak muhtemel ve hattâ mümkün görünse de, onları ifade edecek sonsuz ötesi kelimelere sahip değiliz.
Bilinmeyen anlamı kelimelerle aramak, bize o meçhul anlamı veremez ama tâlî olarak bir hükme ulaşmamızı sağlar: Önce kelime mi vardı, anlam mı vardı sorusuna ilk cevap, önce anlamın varlığına işaret eder. Önce anlam vardı. Kelime sonradan var edildi. Çünkü anlam ve o anlamı temsil eden uyarıcı yok ise, onun kelimesi de bulunamayacaktı.
Sonsuzluğa erişim, (şimdilik) metafizik bir vakıadır. Bilim için, yok hükmünde… Ama her nesnel uyarıcı bir sembol ise ve o nesnel uyarıcının anlamı da sembolik bir anlam özelliği taşıyorsa, fizik dünyasının tamamı, semboldür / bütünlük içinde bir uyarıcıdır. Onun arkasında bir nesnel anlam, nesnelin arkasında da bir metafizik anlam olmak icap eder.
Mecaza mukaddime, uzun bir anlam merdivenini tırmanan, sembol-uyarıcıdan hakiki anlama ve fizikten metafiziğe, metafizikten fiziğe yönelen cevher erişim’i aramak ve arama sürecini anlatmak ifadesinin başlangıcı ve özeti...
Birikim ve araç değerler tamam olunca; bilimsel veriler, makul görünen felsefî, dinî, tasavvufî bulgular incelenince; hayatın uyumunu bozmadan; normali kaybetmeden… Şimşek gibi âni bir çakış; mükemmel bir sür’at-i intikal ve sessiz çığlıklarla hiss-i kabl’el-vuk’û mümkün olamaz mı?
Kurgusal metinler, yeni bir düşünce dünyası kurulabilir:
…
Ölüm mecazıyla sonsuza ulaşmayan yok. Güzel olan, istemek... İstemesen de… Hayâlin sonsuz. İstemek, erişim sistemine girmek demek. Mutluluk şarkısı gönlü fethetti. Sonsuzluk sarmalında akış, tatlı bir melodi... Mucize, bir başka mecaz… Deniz, rüzgâr, gökyüzü… Her şey… Gökyüzünün mavisi, rüzgâra sarılır da denizde yüzer. Hakikatin hakikati: Denizde yüzmek... Islanmak, anlamak ve anlatmak… Ama ıslanıp dururken “Yağmur ne zaman yağacak?”, diye soranlar yok mu? Kelimeler mecaza sürgün; anlamak, mecaza yazgılı… Mecazı anlatmak, zor... Açık açık anlamak yokmuş… Açık açık anlatmak…
Kâinat: İşte bir kitap… Hakikat yasak değil. Para ile satılmaz, isteyene verilir, alana açık. Kartvizit değildir, hediyesi, erişim kapısı… Kâinat: Kimse sahiplenemez. Temellük yok. Doğaya zarar vermeden kullanabilirsin. Kâinat: Beden gibi, her insana hediye… Özgür ufuklarda, hayat gibi rüya, hayâl gibi yeni kâinatlar.
*
Kâinatlar içinde, bir nokta idi kelime, dağların zirvesinde... Seyrederdi kendindeki her şeyi, asırların kucağında yalnız bir nokta.
Kara kışta, dağın zirvesine kar yağarken, bir kar tanesiyle aşağıya inmek diledi. İndikçe büyüdü, çoğaldı. Kâinat kadar zarif dönemeciyle aramıza karıştı kelime.
Nokta iken saf bir kelime… Şimdi kâinatın kelimeleriyle o saflığını arıyor. Döne döne, eskiyi anlatarak…
Merhaba dedi, zamana… Sonsuz olanın her saniye yeniden başlaması garip bir mecazdı. Kendisi de değişmişti. “Noktaya ermek için hür kuşun kanadıyla” dedi.
Kendine benzemeyen ama tek bir nokta olduğunu iddia eden kelimelerle karşılaştı. Okudu…
Kar tanesiyle zirveden aşağılara inmişti. Bir su damlası olup denize ulaşırsa yeniden aslına, zirvenin zirvesine dönebilirdi. Buhar olup kuşlar gibi uçarak…
Sonsuz okyanuslar gibi olan bir kelimede tefekkür teorisi bulunsa…
Alegorik metinlerde görüyoruz. İnsan, üstün bir idrak diline muhtaç. Özlerin özü… Cevherlerin cevheri… Niçin? İnsan; bir karınca, böcek, kelebek, yarasa ve hattâ bir bitkinin; koku alma, ses duyma, manyetik ortamları hissetme, topraktaki bitki ve hayvanların doğaya saldığı gazları algılama becerilerine sahip değil. İnsanın, söz konusu uyarıcılara beden olarak erişimi yok [[9]]. İnsan neye erişecek? Bu hayat mecazına bir mukaddime ile hakikate erişmek, mucizeler üstü bir mucize…
Olmayana ergi ile erişim kurgusunda eşyanın, nesnel evrenin sonu olmadığı gibi, mecazın da sonu yok. Her buluş: Fânilik… Yeniden başlamak, biteviye… Mukaddime yapılamaz mı? Bilim gelişecek. Uzayın derinliklerine gidilecek…
Var olmak, fâniliğin çerçevesinde kalmak demekse, bir eksik var… Ölmek, yeniden doğmak mecazı olmalı. Refleksleri idare eden içerdeki bilgin, bedene bakmıyor, bilgelik için bir sonsuz yolculuğa çıkmak istiyor. Hayâller, rüyalar, sonu gelmez istek ve ihtiyaçlar buna bir cevap olabilir.
Diyelim: İnsan için yeni sabahta doğan güneş, son mektup olsun. Böyle bir son-mecazı’na; “Bu kaçıncı son mektup!”, demez miyiz? Varlık yeniden yazılana kadar: Zarf, gümüş gökyüzü; mühür, güneş; mazrufta mesaj, insan… Mitoloji, kurgusal cümle ve sanat eserindeki alegorik hâller, nesnel evrenin arkasında bir başka evrene işaret eder.
Var oluşta kurgulanan maddenin birbiri ile etkileşim sürecinde temsil tekniği, cevher vasıflı bir erişim sistemi içinde kullanılmış olmalı. İnsanın hayâl dünyasında şöyle bir kanaat belirir: Bu dünya, bir başka dünyanın benzeridir.
İnsandaki hâller; gelenek ve inançla beslenmiş bir özel mânâya tekabül eder. Tabiat sembolle anlaşılır: Doğum ve ölüm, erkek-kadın, iyi-kötü, zayıf-kuvvetli… Çatışma, ulaşılmak istenen başka bir dünya anlayışına yardım eder. İlkbahar-yaz, doğumu ve hayatı; sonbahar-kış, ölümü ve yok oluşu temsil eder: Doğa da bir mecaz… Her mevsim değişen sembolik tabiat, insanla kıyaslanınca, çok doğaldır.
Hele tohum mecazı… Kelime, bağlı olduğu bir evvelki kelimenin çiçeği ve meyvesi; mânâ bir tohum, nesnel evren ve onu içine alan büyük kâinat, şimdi bir izah bekliyor. Hakikat ağacının tohumu insan; nerede, ne zaman fidan boylu olacak? Ağacın ta özünde ayna misâl bir gözlem yeri bulsak. Lâtif manzaralara sebep olan gönül misâfirhânesi…
Algılanan uyarıcının arkasında bir başka uyarıcı, bir başka obje… Hangi uyarıcıyı algılasak, arkasından bir başkası ile karşılaşırız. Algılama/tanıma süreci, sonsuzluk sarmalı şeklinde devam ediyor. Bu sarmal, sanki cevhere götürecek: Varlığı, bir başka sebebe ve etkene bağlı olmayana…
Mecazla temsil edilen ve öylece anlaşılan gerçek ne ise; hayat da, cevher değerin mecazı gibi bir eğretileme özelliği taşıyor. İnsan oluşu öğretiyor. Geçici bir değerin (hayatın), cevhere yaklaşmak isteyen ve geçici olmayan (kalıcı) bir değeri öğretmesi, mecazı değerli kılıyor. Sevilen, değer verilen insanlara gül, arslan dememiz bu yüzden olabilir. Ne o sevgili insana sahibiz ne de gül ve arslana…
Cevheri bilmeyiz. Onu temsil eden mecazlara da sahip değiliz; kullanıcıyız. Sanki onları insanoğlu icat etmedi. Varlıkta gizlenen bilimsel sırlar gibi, mecazlar, keşfedildi ve kelimeye aktarıldı.
İnsan, vücuduna sahip bir varlık olarak bilinir. “Beden benim, bu el ve ayak benim… Midem ağrıdı…” gibi cümleler temsilî olsa da, gerçek kabul edilir. Vücut bizimse, onu kullanmak, onda tasarruf etmek de bizim olmalı değil mi?
İnsanın kendi vücuduna, iç organlarına erişim tercihi yok. Söz gelimi, midenin yerini değiştirebilir miyiz? Damardaki kan akışını durdurabilir miyiz? Karaciğerimizin hacmini, ağırlığını, kokusunu, işlevini, yerini biz seçebilir miyiz? Güneşi küçültemeyiz ve büyütemeyiz. Evimizdeki kırık bir eşyayı küçük bir poşete koyup ustasına götürdüğümüz gibi, midemiz ağrıdığı zaman ya da ay tutulduğunda onu yerinden çıkarıp (söküp) küçük bir poşete koyarak ustasına (doktora, mühendise) niçin götüremiyoruz? Yoksa “şimdilik” mi demeliydim… Vücudumuza sahipliğimiz -tıpkı edebî metnin mecâzî işlevi gibi- temsilî... Vücut, insanda ele avuca sığmayan o gizli enerjinin, o cevherin mecazı olsa da…
Tam bir mekân erişimi yok, mecaza da erişim yok. Sevgili gül değil ki. Güle benzetiyoruz. Karine-i mânia var. Tartışılması bile hoş görülmeyen zat, ruh ve kader mevzularının da, erişimi gizlenmiş bir değerler sistemi içinde olduğunu hissederiz. Benzeme, zıtlık, ayniyet kelimelerine dikkat… Pekiyi, niçin? Belki de, bir kelimede tefekkür teorisi için ömür mevsimlerinden baharı yaşamak gerek. Baharı hak etmek... Kara kıştan sonraki bahar. Kabına göre bir kara kış yaşamayan, hakikati nasıl tefekkür edecek? Gönül teriyle hak edilmemiş mutluluklar, hakikati düşünebilir mi?
Diyelim ki, insan, bir hediye baharla düşündü hâllerini; kendine, dostuna anlatacak olsa… Bu hâlde kelimeler hakikati anlatır mı, anlatabilir mi? Gizli olan ruh’un kesin tarifine erişmek, ruhun hayâli ile mecâzen sezilebilir mi?
*
Biz yine okyanusta bir damla su yok diyeceğiz. Kelime, binlerce cilt ansiklopediyle anlatılsa: Kâinat, insan veya su… Kaç cilt tutar? Mecaz diliyle sadece mukaddime yaparız. Bir takdim, kısa bir peşrev. Oysa hayâl etsek: Su, neler anlatabilir? Akmayı, buz olup donmayı, buhar olup uçmayı biliyor. Kim öğretti su’ya bir erişimle akmayı; vakf olup buz ile donmayı, uçmağa varıp buharlaşmayı…
*
“…hilkatin ifade ettiği şey vahdettir ve kesret; vahdetin tezahürünü, mefhum-ı muhalif şeklinde tamamlamaktadır” [[10]].
*
Kelimedeki sırrı arayan disiplinleri bir araya getirmeli.
Sadece kelimenin anlamını arar gibiyiz. Bir nesnel anlam biliyorsun. Sözlükler: Logaritma listesi. Hayata uygulayıp anlama erişemezsen, anlamsız… İçinde bir damla su olmayan okyanus fokurtusu… Oysa kelime: Düşüncede binler satranç hamlesi… Her insanda bile tekrar edilegelen hâllerin -aslında ilk ve tek ve orijinal olması- bize hâlâ gerçek olarak görünmesi (gerçek ve çekici), ne hazineler saklar!
Problem, kâinatın ve kelimenin mecaz mantığıyla anlaşılma kanunu değil; mecazın yalnızca bir mecaz (yalan, hayâl, şiir) vasfında değerlendirilmesi. Mecaz, sadece mecaz değildir. “Eşya ve madde, bir cevher enerjinin dönüşümü” ifadesinde kullandığımız mecazı şahsa indirgeyebilsek, “acaba” desek. Yalnızca dinî kabullerle değil, beşerî ve nesnel bir zihinle anlamaya çalışsak…
Kelime, mânâyı temsil ediyor. Evren, bir mânânın, bir plânın izdüşümü… Ya kelime, hangi cevher değerin izdüşümü?
Sorular, cevaplar… Önce, “Mecaz nedir?”, “Kelime-Mecaz bağlamı ne zaman fark edilmiştir?”, “İnsan niçin mecaz kullanır?”, gibi bazı temel sorularla yola çıkmış ve kısa zamanda bu sorulara cevap arayarak sonuçlanacak bir araştırmaya başlamıştık. Kaynakları inceledikçe, mecaz nedir” sorusu, “kelime nedir”, “insan nedir”, “varlık nedir” gibi genel problemlerle birlikte değerlendirilme zorunluluğuna evrildi. Hele “anlam” nedir sorusundan sonra…
İnsan sabırsız. Bir soru görse, cevap aramak yerine başka sorular sorar. Fırsat buldu… Mecazla olsun, kelime, hakikatin öz’ünü temsil edebilir mi?”, diyerek başlar aksiyomatik sorulara: İnsan nedir? Biz kimiz? Niçin varız? Neler oluyor? Ne yapıyoruz? Nereye gidiyoruz? Varlık nedir? Var olmak ne demek? Ölüm nedir? Bu varlık, bir simülasyon, bir metafor ise savaşlar niçin gerçek? Dünyada barış mümkün değil mi? Niçin mutsuz oluyoruz? Sebepsiz acı çekiyorum? İnsan için mutluluk, kuru bir avunma mı? Niçin buradayız? Hayatın anlamı ve mâhiyeti nedir…
Hâl budur, efkâr budur. Kelime ararız. Hayat: Zamana ermek için, hür kuşun kanadıyla, varmak için menzile, mecaza mukaddime…
֍
[1] Viktor E. Frankl, İnsanın Anlam Arayışı, s.122.
[2] Viktor E. Frankl, İnsanın Anlam Arayışı, s.125.
[3] Viktor E. Frankl, İnsanın Anlam Arayışı, s.128.
[4] Terry Eagleton, Hayatın Anlamı, s.44.
[5] Werner Heisenberg, Parça ve Bütün, s.160.
[6] Doğan Aksan, Anlambilim, s.13, 14.
[7] Victor E. Frankl, Duyulmayan Anlam Çığlığı, s. 31.
[8] Victor E. Frankl, Duyulmayan Anlam Çığlığı, s.33.
[9] Edward O. Wilson, İnsan Varlığının Anlamı, s.38-40.
[10] Rabindranath Tagore, Şâirin Dini, s.12.
Kelime hangi hakikatin metaforudur? / İnsan ve evren arasındaki mesafenin mi?
Prof. Dr. MEHMET ÖNAL
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Hakikat, büyük-sonsuz evren ile küçük-sonsuz atom arasına gizlenmiş. Mekân, uzay, dünya ve tabiat… Bunların, zaman-mesafe-hareket organlarıyla temsilen anlama aktarılması, bu aktarmada kelimenin kullanılması ve oradan erişim basamağına geçebilmek için bir hayat sürülmesi… Mitoloji, din, bilim, felsefe, sanat aynı şeyi söyler. Farklı bakışlar zannedilen ve henüz anlaşılamamış bir mantık sistemidir bu.
Kelimeyi irdeleyecek parça ve bütün münasebetleri kurarak “var oluş ne demek istiyor” sorusunu sormak, cesaret meselesi. Bu soruya “kelime” cevap verebilir mi? Bilgi’nin; deney, sezgi, akıl yürütme, kurgu ve mecaz teknikleriyle elde edilme iradesini, ana amaç erişimi için kullanmak, aynı cesaretin sınırları içinde…
“Her şey niçin var?”… Soruyu farklı biçimlerde soran; farklı kaynaklardan farklı cevaplara ulaşan birbiri ile kavgalı metotların sahiplerine “Aynı konuyu çalışıyorsunuz!”, demek ne kadar da zor.
*
Anlambilime göre; evrenin, insanın, kelimenin ve mecazın mâhiyeti, anlamın çözülmesine bağlı… Çözümün formatı, erişim kurgularından geçer ki mecaz, böyle bir kurgu… Atom, evren, insan böyle bir kurgu… Anlam arayışı, ilk sebebi, evveli ve sonrayı tam olarak göstermese de, insan onuruna yakışır bir tercihe götürecek süreci kapsayan mutlu bir yaşam şeklidir. Bunda kelimenin rolü ve yardımı, çoktur.
*
Ritüeller, mitolojik ve dinî eserler, estetik ve kurgusal metinler, onlara uygulanan ilmî bakış ve oradan derin bir zihin fırtınası yaparak binlerce gündeme çabucak uyum sağlayan mecaz ile gerçeği temsil etme metodu, eski bir gelenektir ve herhâlde, dünya durdukça var olacaktır. Mecaza mukaddime, böyle bir anlayışın özetidir.
*
Mecaz, bizi cevher vasıflı bir erişim sistemine götürür.
*
Var oluştaki uyumlar sistemi; kurguya, kurmacaya, mecaza sevk eder. İki veya daha fazla obje arasındaki uyum, daha önce bu objeleri kurgulayan bir büyük kuvvetin cevher vasıflı erişim sistemi kullandığını gösterir. Edebiyattaki mecazlar ve semboller, bu uyumu, bir rüyânın tâbiri gibi anlatır.
Su eğimi bilir ve akar… Demir, ateşi tanır ve erir… Her şey fânî ve madde şuursuz ise, bu uyum nasıl sağlanır? Erişim sistemi de yok… Öyleyse mecazen anlatırız.
İnsan vücudunda, evrende, zihinde milyarlarca mikron birimin birbiriyle iletişimi; üstün vasıflı bir cevher erişim yapısına sahip lâtif ve kudretli bir öznenin vasıflarını temsil eder. Milyarlarca objenin kelimeye, sese ve söze dökülmesi, bir anlam transferi ve mecaz karakterli bir iz düşümdür.
*
Anlamı olmayan uyarıcı yoktur ve uyarıcısı olmayan bir anlam... Anlam, müstakil bir bilim dalıdır. / Anlama, evrensel ortak akıl ve hür düşünce ile ulaşılır.
Öz, hakikatin aslıdır ki, madde ve mânâ birleşimi ile insan, nesnel anlamı ifadelendirebilir. Anlamın öz hakikatine ulaşmak, nesnel ve tasarı anlamı olarak kelimelerle anlatılabilir.
İnsan, gayretle sezecektir ya anlam, kelimede sır kalacak.
*
Ülkemin her alanındaki erken yeterlilik, mecazı da sardı.
Türkiye’nin sarsıcı gündemi:
“Şâkirdi olmadığım dâvânın üstâdıyım, babam kimdi unuttum, nefsimin evlâdıyım”…
Kim diyor bu sözleri? Muktedir olamayanlar ama öyle görünenler. Bu ifadede, yeterlilik ve yetersizliği anlatmak, vah ki, mecaza düştü! Dağların taşların kabul etmediği yükü aldık üzerimize. İhtiyaçlar yükü de var. Hele gönül yükü? Acaba bütün bunlar yük mü, lütuf mu? “Yük”, kültürümüzde bir mecazdır, lütfu temsil eder. Doğum-ölüm gibi ve hayatı var eden varlık-yokluk-hiçlik gibi…
Edebî mantık dışında sanat, felsefe, bilim, tasavvuf, teoloji, kozmoloji, epistemoloji mantığına gitmedikçe; millî ve yerli kelime koleksiyonu, tercüme edilip evrensel ilkelerle tanımlanmadıkça, hele birikimler ferde indirgenmedikçe, mecazın varlığı; evren ve insanın varlığı, yorumlanamıyor. Yorumlar metafor, alegori, sembol, imge...
Günümüzde, süper egoya hizmet eden aşk çatışması, “gül” ile temsil edilemiyor. Eğer “yeni” olanı gelenek hâline getiremez isek, bugün geleneğimizden bize bir hayır yoktur. Gül ile başlıyoruz, kadınlarımızı esir edip öldürüyoruz. Yeniyi gelenek hâline getirmek, bizi aşıyor, mecazla uğraşıyoruz.
Çatışma; zaman ve mekâna hareket gibi, hayâtiyet verir: İlk durduğun yer ile şimdiye kadar gezindiğin yerler birbirine zıttır. Var olmadan önceki hâller ile varlık; karanlıkla ışık tezattır. Hz. Muhammed, yeniyi; İslâm ve gelenek hâline getirdi. Biz niye İslâm diye, eskiyle uğraşıyoruz? Rönesans’ta eyleme geçmiş düşünce, bir evvelki sabit Orta-çağ zihniyeti ile tezattı. Rönesans, yeniyi gelenek hâline getirdi. Osmanlı, Selçuklu’nun nizâmî görünmeyen yenilikçi içtihatlarını gelenek hâline getirdi. Bir de hakikati, “ asrın idrakine söyletmeli” ama nasıl?
Medeniyeti, geleneğinde var olan zıdd-ı kâmil anlayışı ile durağan ve sabit olanı, harekete geçirmelidir. Bütün alanlarda, medeniyet, böylece ihyâ edilecek. Mecazda, sanatta, ilimde ve kültürde çatışma, kaos oluşturabileceği gibi, medeniyeti de davet eder. İnsan varlığımız, bilim ve sanatta kontras, çelişki, merak unsuru, çözüm bekleyen bilinmezler, zıtlık zincirleri, var-yok, iyi-kötü, güzel-çirkin tezatları ile hayâtiyet kazanır.
Varlık kelimesi başta olmak üzere erişim, zaman, mekân, insan, hayat gibi konuların, hayatımızdaki yerini düşünün. Yazı’dan önce, sözlü isimlendirme çağının ilk sezgileri içinde olduğunu tahmin edebildiğimiz bazı sorular, bugün de insanları yakından ilgilendiriyor. En çetrefil mesele ise “Her şey niçin var?” sorusu…
Çağımızın hakikat arayıcısı Badiou; hakikatin dört sebep dolayısıyla bilinemez olduğunu söyler: Tanımlanamaz, ayırt edilemez, karar verilemez, türeyimsel (genetik / oluşa ilişkin olan, oluşumlu)… Bu yorum; matematik / felsefe / tasavvuf anlayışlarının ortasında bir yerdedir.
Hakikat nedir? Binlerce yıl, cevaba ulaşamadık. Mitoloji, inançlar, bilim, felsefî yorumlar, sanat, estetik kurgular… Kesin bir cevap var mı, hemfikir olduğumuz? İnsan için en büyük buluş, icat, keşif… Hangisi? Hakikat mi? Mutluluk mu? Hikmet mi? Erişim mi? Erişebildik mi? Soruyu hep ihtiyaçlar, dışımızda gelişenler, yer ve yâr arama mücadelesiyle aradık.
Hakikat bir yana, daha kendi kelimemizi keşfedemedik.
Ey insan, söyle kelimeni buldun mu? Senin için en önemli kelime / (kelimeler) hangisi, hangileri? Tek bir kelimenin sembolik değil, gerçek(!) anlamına erişim yolu nedir?
Bizim için önemli olan gündemler ve onları anlatan kelimeler devamlı değişiyor. Hangi gündem hakikat? Hakikatin dili, dünya diline benziyor belki, ama biz okuyamıyoruz. Tercümesi de yok; kuşdilinde, karınca hecelemesinde sürüyor ilmimiz. Bu yüzden var efsâneler, masallar, kelimeler, mecazlar… Kelimenin, tek başına bir kurmaca dünya oluşturduğunu düşünüyoruz.
İnanırız ki, tek bir kelime, varlığın izahı ve ispatıdır. Öznel kanaatlerimizle, kâinattaki ezelî kurgunun, kelimelere ve mecazlara başlangıç olduğu söylenebilir. Kurgu ve kader arasında bir alâka var. Beşerî kurgu ve mecaz, varlık kurgusuna gizemli bir ayna tutuyor. Kelimelerdeki mecazın ve “fâni dünya” ifadesindeki eşyanın geçici oluşu, birbirine benzer. Sanki bütün kelimeler, başlangıçta birer mecazdı.
Kurgu cümleleri de, fizik-metafizik ilgisini vasıflandırabilir. Ne diyelim… Oku… Dinle… Düşün… Ve benzeri selâmlarla mecazı ve kurguyu irdelemek için, gayret et!
*
Kelime aynasında hayat , mecaz yoksa nasıl anlatılır?
Hakikat, varoluş adlı metafora mı gizlenmiş; kelime adlı metafora mı? Anlatılanlar, içinde hakikat damlası bulunsa da, anlaşılmıyor, diye düşünürüz. Gizli cehaletten, gaflet ve dağınıklıktan kurtulup anlayana dek; gerçeği, gerçekten uzaklaştırıp; çoğunlukla mecaz hâle getiririz. Doğal algı kanunu böyle… Mecazın da hepsini anlayabilsek ya! Ne mümkün! Kelime aynasında hayat; arka plân hakikat bahçesinde, mecaza mukaddime kimliğine bürünür.
*
“…korkma ebedî varsın…” Yunus Emre
"Yaşamak için bir nedeni olan kişi, her nasıla dayanabilir.” Nietzsche’
*
Kelimeler, varlığın ve insanın doğasına, mahiyetine, aslına ait bilgilerin izdüşümünü taşır. Bu izdüşüme dayanarak varlığın gizemlerini, kelimede ararız. Bilim, sanat, felsefe, inançlar, mit ve menkıbeler, metafizik çalışmalar içinde kelimeye, kelime ile sorular sorarız. Kesin olmayan bilgilerde; “Biz, kimiz? Neyiz? Nereden geldik? Niçin buradayız?” vb. sorular için cevaba götürecek ipuçları belirsizdir.
Bu tür sorular; kelimenin bir metafor olduğu gerçeğinden hareketle, bizi kelime ontolojisine değil, anlam ontolojisine götürür. Kelime ontolojisi dediğimizde, ya kavramı ya anlamı kast etsek de anlarız ki burada kelimenin ontolojisi olmaz. Ontoloji yapmaya kalksak, elimizde üç beş harf, birkaç hece kalır. Kök, ek, gövde ve kelime dağarcığı ile etimoloji olur. İnsana ait bir iz arıyorsak, kelimeyi inceleriz. Anlam ararız. Kelime; anlama götürdüğü, anlaşma sağladığı, bir anlam taşıdığı için önemlidir. Anlam, asıl amaçtır. Kelime, anlamı temsil eden sembol / mecaz işlevi görür. Asıl olan anlam iken, kelime ontolojisi ile nereye varabiliriz?
*
Kelimeyi bulduğumuz ve kelimede edilgen olduğumuz gibi kendimizi de bu dünyada var olmuş, var edilmiş bulduk. Her şey olmuş bitmiş. Emek, alın teri ve irademiz ile dünyaya gelmedik. Edilgen bir şekilde buradayız. Buna teşekkür mü etmeliyiz, karşı mı çıkmalıyız? Edilgen özne, cümlede hangi kabulün tarafındadır, bilmiyoruz. Kendimizden ve kelimeden habersiz bir özne iken; varlığın aslını ve hele kendimizin anlamını düşündüğümüzde, her edilgen gibi, başka bir kuvvetin hükmü altındaki eylemi biz gerçekleştirmiş görünüyoruz: Hayatım, prensiplerim, benim dünyam, tercihim…
Gaflet metaforları, kelime hüviyetinde… Hangi güçler sebebiyle, kâinat adlı makro/büyük bir sonsuz sistemin ve atom adlı mikro/küçük bir sonsuz sistemin arasında ve sonsuzlarca büyük soyut/ düşünce dünyamızla baş başa; yeryüzü/dünya adlı bir yerde, farklı kültür, coğrafya ve iklim şartlarında var olduk?
Biyolojik ve sosyal prensiplerle; fizik ve metafizik kurgularla, yakınlık ölçüsüyle; aile soy, kabile, millet, kültür, dil ve geleneklerle vasıflandırılıyoruz. Bizi, ortak dünya bütünlüğüne göre parça / grup diyebileceğimiz bu sosyal, kültürel, siyasal ve etnik ayrımlara hangi kelime/ler götürdü?
Farklı olmak; tanışmak, gelişmek ve sevmek içindir diyeceğim, ya biz, niçin savaşıyoruz?
Kelimeye bakarsak, insan; beşer, canlı, düşünen bir varlık… Kendimizi, ailemizi, inanç ve gelenekleri; vatan, millet, devlet vb. değerleri; dil, ırk, soy gibi tasnifleri, neye göre düşünmeli ve anlamalıyız? Varlıkta, dünya içinde, insanlık için kelimenin izdüşümünde gerçek bilgi nasıl elde edilir?
Akılla, duyguyla, doğal algı ve mantıkla, fikir yürüterek, neyiz, kimiz, niçin buradayız, ne yapmalıyız diye kelimeye soruyoruz. İhtiyaçlarla, arzu, hırs ve emellerle cevap arıyoruz! Düşünmeli miyiz? İnanmalı mıyız? İkisi de mi? Hiç biri mi? Bir kelimede odaklaşmak zor. Dikkatimiz kaybolmuş.
İnsana herhangi bir vasıf veya mensubiyet tercihi dayatarak var oluşu, kelimeleri kullanarak, kim, hangi kurumlar, hangi teoriler, hangi inançlar, niçin ve nasıl anlatıyor? Ne yapmak gerektiğini, hangi kelimeler öğretiyor? Bilim, felsefe, sanat, din, yaşam şekli, niçin birbiriyle çelişiyor, birbiriyle savaşıyor? Aslında savaş kelimelerle mi?
Nasıl gruplanmışlar! Fâil, nesne, yüklem, tümleç… İsim, sıfat, zarf, zamir, edat, bağlaç, fiil… Tabiatta ve uzayda doğal kalırken, insanlar arasında yapay organlar hâline gelmiş kelimeler. Uyumu, sevgiyi unutmuş; ya devlet olmuş veya devlet içlerinde büyük güç kazanmış… Yapay kurallar belirliyor kelimeler. Kimileri samimi, dürüst, güvenilir, erdemli… Akılcı veya duygusal, bağımsız, evrensel… bunun yanında vahşi, bencil, gafildir kelimeler… Düşünmeyi, fikir üretmeyi; kendimizce özgür tercihler yapmayı kimlerin kelimeleri önlüyor? Niçin bazı insanlar, gruplar, kurumlar, tıpkı bizim gibi kendilerini ve varlığı tam olarak anlayamamışken bizleri kelimeler dünyasıyla idare etmeye çalışıyor? Onların amacı kendi kelimelerini öğrenmek değil de bizi, sübjektif kabullerine göre din, devlet, vatan, hakikat, özgürlük, bilim, cumhuriyet ve benzeri değerlerle yönlendirmek mi?
Niçin böyle yapıyorlar? Haklarını hem de bizim haklarımızı, sorumlu ve özgür sözcüklerdeki tercihlerimizi yok sayıp bize bir şeyler yaptırmaya mı çalışıyorlar? Tarih buna şahit. Bazı bilim adamları Allah’a inanmıyor. Bazı dindarlar da demokrasiye, bilimsel gerçeklere sırt çeviriyor. Kimi felsefeyi küçümsüyor, kimisi de sanatı oyun veya sadece eğlence sanıyor. “Emek” ve “hak” kelimeleri, alınıp satılıyor. Devlet kavramının başındakiler, zorbalık yapıp adına kelimelerle kanun diyor. Ne yapmalıyız? Herkes edilgen olarak kelimelerin aslî faili olmaya çalışırken… Belki de, ne yapıyor, ne düşünüyor, ne söylüyorsak; meselelere, farklı açılarla birlikte, bu noktadan da bakmalı, diyor kelimeler... Öğrenirken, düşünürken, bilgiye ulaşıp yeni bilgiler üretirken, dikkatli davranmalı… Düşündüğümüz, söylediğimiz, yazdığımız kelimelere mahkûm olmamalı… İnsanı, dost kelimelere âşinâ kılmalı. Sevgi ve kardeşlik kelimelerini anlamalı. Kendimizle olan bağı, kendimizle iletişimi ve tutarlı mesafemizi korumalı… Kelimelerin; hakikate metafor, mecaza mukaddime olduğunu unutmamalı…
Hayat armağandır; insanlar, kardeş… Ve dünya, çok unsurlu… İnsan, kardeşliği unutmasın, haddini ve hakkını bilsin! Demokratik ölçülerde, kardeşlik hukukuyla özgürce hakkını arasın.
Hayat, tutarlı kelime tercihlerini, çoğaltabilme işi… Bunu anlatabilmek; anlatmak sanatının, sihirli anahtarı: O değilden bir mecaz… Bir mesel, bir mimesis… Anlatılsa da, insan, “savaş bitmez, dünya böyle gelmiş, böyle gider” türünden cevaplar veriyor. Niçin? Bu ümitsizlik, iman olmuş…
Anlam veremiyoruz, olan biten hâllere… Israrla öğretilmiş, ezberletilmiş, hattâ benimsetilmiş; tercih basamağına ulaşmamış da olsa mânâya inancımız… Kabul ettirilmiş.
Çok çalışır, gayretle sabredersem, gereğini yaparsam… Bu şartlara bağlanmış bir damla ümit olmasa… Tekmil aynı tavada; birlikte yandığımız, şu sevdalık olmasa… “Yarın güzel olacak”, diyemese gönüller… Olan biten hâllerin, sebepsiz etkilerindeki anlamsızlık bir yana; felâket diye dönüp duran dünya yaşanmaz olur. Sebebi bilmesek de, bir anlam arıyoruz; öncelik kendimizde, sonra sevdiklerimizde ve çılgın arzularımızla dönüp duran dünyada...
Sebepler: Ya gerçek değil onlar; ya kabul edilemez. Bir dert ki bu “var olmak” ya da anlatamamak… Bir girizgâh, bir mecaz… İmdada yetişecek, birkaç benzetme ile… Negatif kutupların pozitiflerini bulduğumuz zaman; armağanı; sevgi ve kardeşlikle kelimelere aktaracak dünyamız…
*
Hayat bildiğimiz, hattâ yaşayarak içinde olduğumuz bir sürecin kelimesidir. Bilinmeyen; “Ne, Nasıl, Niçin, Ne zaman?” sorularına; tevil, yorum ve metaforla cevap aradığımız büyük bir sır: hayat…
Hayatın anlamı; dil, düşünce ve ontoloji ile çok yakından ilgilidir. Anlam zihinde oluşan bir değerin gerçek hayatta karşılığı bulununca asıl hüviyetine kavuşuyor. Anlamı tam idrak etmek, böyle bir eşleşmeye bağlı…
Anlam, hele hayatın anlamı, kolay bulunur bir bilgi değil… “Yaşamın anlamı insandan insana, günden güne, saatten saate farklılık gösteriyor…[[1]]. İnsan, çevresinde / iç dünyasında olan biteni anlamak istiyor. İhtiyaçları karşılamak, mutlu bir yaşam sürmek, bu dünyanın nasıl bir yer olduğunu düşünmek… İnsan olmanın bir gereği… Klâsik kültürler, bu dünyaya sadece mutlu olmak için gelmediğimizi söylüyor. Biz ise mutlu olmak istiyoruz.
Yaşam boyunca karşılaştığımız olumlu ve olumsuz hâller, iyi ve kötü düşüncelerin bir arada olduğu bir dünyayı anlamak ihtiyacını da beraberinde getirir. Ne yaparsak iyidir? Hayatın hakikati nedir? Bu sorular, insanın içinde bulunduğu ortamda cevap arayışına sebep olur. Aranan cevap, bulunan bilgilerle uyum sağlar veya sağlamayabilir. Önce ihtiyaçların karşılanması gerekir. Maddî ihtiyaçların ardından insan kişiliğinin beslenip gelişmesi tamamlandıktan sonra hayatın bir anlamı olur. Maddî ihtiyaçla birlikte kişilik, insanlık onuru ve ruhun beslenmesi ihmâl edilirse, hayat anlamsızlaşır.
İnsan, doğal ihtiyacını, normal yollardan karşılayamazsa, hayatta anlam arayışı, yanlış ve tutarsız değerlendirmelere sebep olur. Varlık ve hayat için anlam arayışı, bilinçsizce yapılırsa, sonunda ulaştığımız her nokta araç haline gelir ve anlam arama amacı ve hedefi, yok olur.
Kendimizle, ikinci şahıslarla, toplumla, eşya ve doğa ile iletişimimiz tutarsızlaşırsa, hayatın anlamını kaybetmeye başlarız. Amaçsız, sevgisiz, iletişimsiz, tatminsiz insanlar hayatta bir anlam bulamaz. Hastalıklar, hayatımızda beklenmedik büyük ve kötü sürprizlerle dolu ani değişiklikler, ölümler, vahşet ve zulümler, her türlü felâket, hayatın anlamından çok şey götürür.
Ne yapmalıyız? Hayat nasıl anlamlı bir hâle gelebilir?
“…bu yaşamın anlamını üç farklı yoldan keşfedebiliriz:
“1. Bir eser yaratarak ya da bir iş yaparak;
2. Bir şey yaşayarak ya da bir insanla etkileşerek;
3. Kaçınılmaz acıya yönelik bir tavır geliştirerek” [[2]].
*
Severek, anlayarak, çalışıp ihtiyaçlarımızı doğru yoldan karşılayarak, bir aile içinde sosyalleşerek yaşamalıyız. Hayatın geçici olması, sorumluluklarımızın yerine getirilmeyeceği anlamına gelmez. Sorumluluklarımızı yerine getirmeliyiz. Varlığın o büyük, o sırlı anlamını İnsan bilemez. “…nihai anlam, zorunluluk gereği insanın sınırlı zihinsel yetisini aşar…” [[3]].
Evrensel ahlâk kurallarını, içinde olduğumuz kültür formatına göre yaşıyoruz. Makul olmalı, insanlara, tabiata rahatsızlık vermeden yaşamalı.
Hayatın anlamı nedir?
“Anlam yalnızca benim verdiğim bir hüküm olamaz. Eğer hayatın bir anlamı varsa bu anlam, olduğunu düşündüğümüz ya da olmasını istediğimiz anlamdan bağımsız olarak, sizin, benim ve geriye kalan herkes için geçerlidir. Herhangi bir şekilde hayatın birden fazla anlamı da olabilir. Niçin tek bir anlamı olduğunu düşünmeliyiz ki?” [[4]]
Niçin, yaşadığım her şey daha önce yaşanmış? Sorun ama pek de dikkate almayın. İnsanlarla anlaşmaya çalışın. Hayatta, birinci derecede anlaşma her zaman mümkün değildir. İnsan anlayandır, hiç olmazsa dostunun zaafını…
Hayat, mizaç tamiri, mizaç inşasıdır. Kelimelerle, ideal olanı ararken, gerçek hayattaki ideale gönderme yaparız. Ömür, inşa ettiğimiz bir kişiliktir. O kişiliğin sahibi biziz.
Hayat denizinde, vücut gemisinin kaptanı olabilmek için amaç ve hedef rotası çizmek zorundasınız.
İyi bir bütün; ancak ayrıntılarla ortaya çıkar. Her ayrıntı, bütünün emrinde mütemmim bir cüzdür. Ayrıntı için yaşanmaz, ama ayrıntısız da yaşanmaz. Eşya o kadar önemli bir ayrıntıdır ki şahsiyetinizi temsil eder.
Hayatta karmaşa da var. Karmaşayı, yönetemediğimiz için sevmeyiz. Bir cazibe merkezi yakalamalı… İtibar, itibarî bir şeydir. İtibarî, geçici, göreceli olsa da kendimize göre faydalı bir meşguliyet şarttır. Gerçekle, zihnimizdeki gerçek her zaman aynı olmaz. Sen dünyaya nasıl bakarsan dünya odur.
Hep, yaşanmamış günlerin özlemi var insanda. Yaşanan günler niçin kıymetsiz? Hayat, bir tercihtir bazen… İhtimâl, hiçliğe dûçar… İmkânlar, yokluğa mecbur. Tek veya çok, hiç ya da hep… Mecburiyetler ve tercihler birbiri ile bağlantılı olursa, anlam için bir yol bulabiliriz.
Başka teklifler de var hayatın anlamı için:
“…yaşamın anlamından söz edildiğinde bunun ne anlama gelmesi gerektiğini anlayamıyorum. ‘Anlam’ sözcüğü, anlamı söz konusu olanla, başka bir şey; örneğin bir hedef, bir tasarım, bir plan arasında bir bağ kurmalı. Ama yaşam ve burada bütün düşünülen yaşadığımız dünyadan başka bağlantı kurabileceğimiz başka bir şey yoktur (..) anlam bize bağlı. Bununla (…) büyük bir bağlam içinde uyum sağladığımız yaşam biçimimiz gösteriliyor; belki sadece bir imge, bir güven, bir niyet. Ama bizim iyi anlayabileceğimiz bir şey” [[5]].
Evrensel olarak maneviyatçılar, tasarı anlama; maddeciler, nesnel anlama hakikat derler. İkisi de ayni şeyi söylüyor olsalar da hareket noktaları farklıdır… İkisini birleştirirsek, anlamın nesnesini buluruz. Başlangıçta büyük bir başarıdır.
Öz, hakikatin aslıdır ki, madde ve mânâ birleşimi, ancak nesnel anlama ulaşabilir.
Zihnin aracı olan kelime, perdeyi aralar.
Özne, hakikattir. Cümleyi o kurar. Nesne, hayatla uygunluğu aranan, var edilendir. Hareket, yüklemin ifadesidir, özne ile nesnenin bağlamıdır. Nesne de özne ile yüklemin bağlamı… Tümleç, tamamlayıcı unsur olarak arkadan gelir.
Yüklem yargısı; bilim-sanat-felsefe-din-tasavvuf disiplini sınırlarından birine girmeden, nesnel ispat açısından tutarsızdır. Halk filozofluğu, tasavvuf nutukları, geleneğin kelâm-ı kibarları müstesna, tutarsızlık, ölçütleri uygulamamaktan gelir. En güzeli hepsini birleştirebilen bir zihnin cümlesini okumaktır. Aksi takdirde anlamın nesnesine bile ulaşılamaz. İnsan, hiç olmazsa kendi anlamına ulaşmalıdır. Anlamın özü bilinemez. Sezgisi, inancı, postulatı, özlemi, teorisi… Nesnel anlamda kalır. Anlattığımız, nesnelliktir.
Öz bütündür. Bilgi, nesnel-anlamın parçalarıdır. Zihin; tür, kategori, konu gibi sınıflamalar yapar. Yöntem, büyük öz evreninin içindeki küçük evrenleri algılayıp saymalıdır. Sayı ve onun ilmi matematik böyle ortaya çıkar. Sayılar, Sümer’de, Mısır’da buğday sayar; bu asırda galaksileri… Geometri, sayı ve hesabı, şekil ve forma (uzam) döker. Kelime, rakam, şekil; nesnel anlamı birlikte arar.
Dil, matematik, geometri, nesnel anlam parçalarıdır.
Dilin oluşumu, kelime ve diğer anlam birimlerinin dildeki sistematik durumu, dilbilim, anlambilim, göstergebilim gibi çeşitli disiplinlerce incelenir.
Hareket noktası kelimedir. Kelime, anlamın kendisi değil, (temsil, sembol, gösterge boyutunda) taşıyıcısıdır. Kelime-anlam bağlamı kelime-mecaz bağlamına benzer. Bu ilgi, kelime yerine mecaza mukaddime tercihini getirdi.
*
İnsanoğlu kendini ve evreni algılar. Algı, zihinde düşünceler zinciriyle anlama dönüşür. Anlam da kelimelere… Bizler, kelimelerle düşünürüz. O kelime, bir sonraki zaman için iletişimde kullanılacaktır. Aslında her anlam ve her kelime, bir sonraki zaman içindir. Anlamlı bir hayatın kelimeleri, bilinçli varlığın zamanına gönderildikçe, o varlık da kendisinden sonraki insanlara gönderecektir anlamı ve kelimeleri.
Konuşurken ve düşünürken, kelime, hep bir sonraki an, bir sonraki saniye veya asırlar içindir. Anlamda var oluşun sonsuzluğu anlatılıyorsa, dil ve kelime art süremli ve eş süremli iki özelliğinin yanında sonraki zamana ulaşacak bir yeni mesaj ile dolu olacaktır. Son sürem veya sonraki etki süremi… Anlam, kelimelerle anlatılabilir. Her dil, tıpkı evren gibi zaman geçtikçe gelişiyor, genişliyor. Daha önce hiç telaffuz edilmemiş kelimelerde yeni anlamlar, yeni düşünce oluşumları ortaya çıkıyor. Demek ki, dil ve anlam konusu hiçbir zaman son hükme varamayacak. Eşyanın, nesnenin, maddenin ve kâinatın somut sonsuzluğunda dil ve anlamın soyut sonsuzluğu ortaya çıkıyor.
Düşünce; duygu ve hayâlle birlikte sezgi ve ilhamı da yanına alarak, var oluşun sonsuz yolculuğunu, dil ve kelime gezeninde gerçekleştiriyor. Heidegger’in “Dil, düşüncenin evidir” sözü ile Wittgenstein’ın “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır” sözünü, Valery’nin “Dil, düşünceyi ister istemez düzenler” [[6]] hükmüyle kıyaslayınca kaç dil var diyoruz.
Beden dili, çiçeklerin dili, seslerin, müziğin dili gibi çeşitli sistemleri lisan olan dile benzetenler, hepsinin toplamına göre sadece kelimelerin dilini düşünce üretiminde birinci sıraya koyarlar. Biz de dil yerine kelime veya kelimeler dediğimizde, anlamı ve düşünceyi ifade edenin, bazen oluşturanın dilden ziyade kelime olduğunu kabul etmişiz demektir. Öyle ya, cümle ve dil bir sistem olarak düşünülmeden sadece ve sadece kelime (ve onun kavramı) sonsuz bir kâinat inşa ederken, kelime olmadan cümle kurmak, bir dili incelemek mümkün değildir. Dil ve cümle, kelimedeki anlama göre bir mânâ kazanır. Bu yüzden edebiyat sanatının malzemesi, dil ve cümle değil, kelimedir. İnsanlarla dil ve cümle sisteminin teknik yapısını kullanarak anlaşamazsınız ama bu teknik yapı olmadan, sadece kelime ile bir şeyler anlatmak mümkündür. Örnek açıklamaları çoğaltabiliriz.
Anlam ve düşünce, kelimelerle ifade edilir, düzenlenir, sıraya konulup sınıflandırılır ve oluşturulur. Hayat görüşünü, dil ve kelimelerle kurup anlamı, kelimeler evreninde takip ve kabul etmekte hiçbir sakınca yoktur. Duygu, düşünce ve hayâl dünyası, somut ve nesnel maddî evrene hem gündem ve malzeme olacak ve hem de kelimelerle zihinde üretilen yaşam felsefesi, somut dünyaya aktarılacak.
Başlangıç bilgileri belirsizlik içerir. Sayı değerine göre “çok”, belirsizdir. Önce, az-çok diye anlıyoruz. Sonra, sayı.
Zıtlık, ön-değer için, ölçü ve mesafeyi iyi anlatıyor. Zıtlık ve çatışma önemlidir. Zıtlık ve çatışmada kalırsak, vay hâlimize... Anla ve geç. Zıtlığı çözen, çatışmayı anlayıp aşan, -anlamayan aşamaz- zıtlığın tek çatışma olmadığını anlar. Varlıkta büyük çatışma birlikte ve birlik içindedir, hele bir uzam yaşansın!
Kaç kelime biliyorum? Bilmek demekle tanım mı istiyoruz? Hayır, sadece konuşmak; hatta telâffuz, söyleyiş, pronunciation, ifade ediş… 1000 kelime var mı bildiğim?
Say bakalım! Güzel, iyi, faydalı, optimal anlam için 1 kelime. Bir kelime var elimizde. Kelime, anlamın ilk mucizeli işareti... Daha çok çok mucizeli işaretler olmalı. Bilmiyoruz.
*
İnsan; ihtiyaç, mecburiyet ve tercihlerle iç içe… İhtiyaç, normal yolla karşılanmalı. Normalin ölçüsü, kişisel ve öznel benlik aynasında evrensel ilkelerdir. İnanç, millî ve yerli ritüel; bir de imkânlar, ilkeleri destekler. Makul olmak isteyen, makulü arar. Her insan, kendine göre makul ve makbul. İhtiyaç giderilemezse, mecburiyet başlar: Hüzün, kaos, savaş… İstek, gayret, zihin pazarında refah ve çaba, tercihleri ortaya çıkarır.
İhtiyaç duyulan şey, önce istek, sonra amaç ve hedef sürecinde tercihe ve davranışa dönüşür. Niçin? Zihinde bir dalgalanma: “Anlamı nedir”? Ne oluyor? Kiminde aktif, kiminde pasif istekler… Küçük iradeyi, yaratma ve halk edişle karıştırıp isteği istenç hâline getirenler uçurumda… İnsan bir şeyi talep ederken günlük hayatın dengeli ilişkilerini kaçırabilir. Dengeli olarak dikkat çekmek üstat işidir. Ortakat sakiniyiz biz. Denge ararız. Uç noktalar, her zaman dengeyi bozar. Denge, normal demektir, normal, ortakat sâkininin sıratı, kendince mükemmel, uç noktayı neylesin.
Bir ihtiyaç var. Uçurum arifesinde nice filozof… Keşfedilen hakikat anahtarı, kapıda bekleyen orta kat sakinlerine ulaşmıyor. Friedrich Nietzsche ve ortakat sakinleri. İkisi de ârafta. İkisi de giderilemeyen ihtiyaçlarla mecburiyet sınavında. O, orta kat sakinlerini kurtarmak ister; orta kat sakinleri Nietzsche’yi… Makul iletişim kurulamaz. Kardeşlik, kâfir kavramında perdeli… Kelime uçurumunda; kavram anlama, anlam eyleme dönüşmez.
Sabrın anlamı gizleniyor. Zor zamanda düşünmek; öfkeyi, kaosu, şiddeti, davet ediyor: Mecburiyet artık bir tercihtir. Karşılanmamış ihtiyaçla perişanken bulunan kelimeler; yokluğu, aczi, hiçliği keşfe aday… Evrensel kardeşlik yok…
Bir olayı hatırlayınca, beyinde ses, koku, görüntü (kartının) hafızası da çalışıyor. “Ne, nasıl, niçin, ne zaman” soruları ile baş başa kalınca, hatırlanan süreç, belli zaman aralıklarına bölünüp ihtiyaç, zorlanma, sıra, etki, hareket, rahatlama olguları, kendi kendimize anlamak durumu yaşanınca; bu olguların birbirinden farkları algılanınca… Yeniden düşününce…
Hatırlama düşünceye; düşünce, insanın kendisi ile iletişimine… Ve başkası ile iletişime geçince kelimeye dönüştü. Anlamak ve anlatmak için kelime şart oldu.
*
“Söylenebilir ne varsa, açık söylenebilir; üzerine konuşulamayan konusunda da susmalı.”
“…benim gücüm bu ödevle baş edebilmek için pek zayıf. Başkaları gelse de daha iyisini yapsa”.
Wittgenstein / (Tractatus Logico-Philosophicu)
*
“Her şeyden önce, anlamın kaybolmamasına dikkat edilmesi gerektiğini söylemek isterim” [[7]].
*
Hayatın sebeplerini, ana çizgiyi, anlam nerede kaybolmuşsa onu düşünmeden, bütün unsurları göz önüne almadan tek bir konuya indirgeyip hayat budur, hayatın anlamı budur demek indirgemecilik…
Gelenekler kayboluyor. Benzersiz yaşantılar unutuluyor. İnsan gelenekten bazı değerleri alıyor. Gelenekte hem eski, tarihî, millî ve yerel, hem de evrensel -ihmal edilmemesi- gereken doğrular vardır. Gelenekler yok olunca insan bu değerleri alamıyor. Hayat anlamsızlaşıyor. Bunun yanında yaşamın çağdaş görünümlerinden, yeniliklerden uzak olanlarda da büyük anlam kayıpları görünüyor. Ve bu iki cepheli kayıplar, insanî değerlerin yıpranmasına sebep oluyor.
“Anlamlar, benzersiz olmaları nedeniyle her an değişir. Ama hiç bir zaman eksik olmazlar. Yaşam hiç bir zaman anlamdan yoksun değildir” [[8]]. Yeter ki, şu üç meselede hem fikir olalım: 1. Kötü gittiği düşünülen anlamı değiştirmek, içinde bulunduğumuz gerçekleri değiştirebiliyorsak değiştirmek. / 2. Değiştiremiyorsak, kendimizi değiştirmek. / 3. En acı günlerde, felakette ve zulümde ve ölümde bile bir anlam keşfetmek.
*
Büyük sosyal / siyasal boğumlanmalar yaşandıkça değer yargıları değişir. Barışta nezaket; kargaşada kaba iletişim örnekleri görülür. Anlamı idrak edilemeyen hâller, bambaşka kelimelerle algılanır. Bu arayışın kelime ve kavram dünyasına etkisi, sanıldığından çoktur.
Sistemsiz arayış, yaşanan tecrübelerde saklı… Sistemli arayışsa bilim, eğitim ve metotlu şüphe çerçevesindeki özgür düşünce ile mümkün olabilir. Ufkumuz, yöresel ve evrensel ilkelere; varlık kanunlarına uygun bir anlayışa ve erişime ulaşmakla açılacaktır.
Erişimi; önce kelime ve anlam’a; sonra diğer objelere, ötelere ulaşmak biçiminde anlıyoruz. Nasıl ki, varoluş, cevher vasıflı erişim ile mümkün kılınmıştır; insan da, kelimeler yoluyla cevher vasıflı erişime ulaşacak yeni kurgular; yeni algılama ve anlama biçimleri oluşturma gayretindedir.
İnsan için baskın tercih; cevher vasıflı erişime ulaşmaktır. O, bilse de bilmese de; istese de istemese de, böyle bir erişime ulaşma sürecindedir.
Mümkün olanı yaşamak için, kelimeleri kullanır, iletişim kurarız. Konuşuruz. Okur, yazar, dinler ve düşünürüz. Geleneksel değerleri, sonraki nesillere taşırız. Anlam denilen soyut zemini, kelimelerle temsil ederiz. Kelimenin ilk fonksiyonu; işaret etmek, uyarıcıyı gösterirken kendi tepki ve kabulümüzü belirtmek üzere kendimize ve çevremize bir ad vermek… İsimlendirme, algılamanın, farkındalığın başlangıcı… Bir ünlem haykırışı olsa da, uyarıcı karşısında şaşkınlığı giderip; “her şeyi ama her şeyi ben yansıtıyorum” diyebilmenin bir ilk yolu, isimlendirmek. Var oluşun bir sembol olabileceğini yine bir başka sembolle ifade edebilme özgürlüğüdür isim vermek… Belki de zihnî erişimin ilk adımı…
Kelimenin nesnel gerçekliği bir yanda; sembol, mecaz, kurgu ve kurmaca mantığı, diğer yanda… İnsan bazen seziyor ama göremiyor. Hayatın önemli bir kısmı, çevreyi tanımakla, ihtiyaçlarla, bir şeylere, bir yerlere ulaşmak isteğiyle geçiyor. Kelime hep sahnede… Bu hâllerin kimi gerçek, kimi hayâl… Daha çok sübjektif algılar…
Algılar; düşünce, duygu, hayâl ve sezgilerle bize kelimelerden oluşan bir evren kuruyor. Bu evrendeki her şeyi isimlendirmek ve anlamak istediğimize göre… Anlatacak olsak; mecazlar ve gerçek kabul edilen kelimeler; anlamak ve isimlendirmek amacı yanında ihtiyaçlarla, var olma mücadelesi zannettiğimiz duygularla, bizi sarıp sarmalıyor.
Buna rağmen; ne düşünsek, söylesek, ne yapsak: Gerçeğe ve arkasındaki hakikate ulaşamıyoruz. İçinde yaşadığımız hâlde, hakikatler dünyasında bir yabancıyız. Hayat, fânilikle dolu bir mecaz… Kelimeler, mecaza mukaddime… Sonra o mecazları gerçek kabul etme dönemleri…
Eğitim; mecazı mecaz, gerçeği gerçek olarak anlatmalı ve öğretmelidir ki; sübjektif insan psikolojisi, hakikat arayışında yanlış ve aşırı eğilimlere yönelmesin!
Eğitim, gerçek ve mecaz anlamlara ortak iz düşümler arıyor.
Bilim, “öz, hakikat bilinmiyor; binlerce yıldır, aranıyor”, derken insana bir yol gösteriyor: Birikimleri ve deneyimleriyle, yaşamın düzenini ve uyumlar sistemini bozmadan hakikati arayan insana kelime ne söylüyor?
Bilim, asırlarca, nesne ve maddeye gerçek dedi; şimdi uyarıcı, sembol, gösterge diyor. Klâsik kültürler ise baştan beri, insan dâhil, onun algıladığı her şeye, bir hakikatin mecazı anlamını veriyor. Dünya yalandır, gelip geçicidir. İdea-mimesis bağlamı, klâsik kültürlerde madde-mânâ bağlamıdır. Binlerce yıldır, köy ve mezra kültüründe bile bilinen bu bağlantı, şimdi anlambilimin konusu oldu.
Kelimeler, var oluştaki çok parçalı olguların, bir sınıflama mantığı ile düzen ve intizam içinde yan yana veya karşı karşıya yahut iç içe bulunduğunu dikkatlerimize sunuyor ama içinde yaşanan hakikatten bir haber vermiyor. Varlık kanunları, her insanın arayarak, çalışarak kendine bir yol çizerek gerçekleri bulması prensibine göre kurulmuş.
Var oluşu anlama ve anlatmaya güç yetmiyor. Kelimenin sınıflama ve kategori oluşturma özelliğinden faydalanarak bazı kavramları düşünmek; kelimenin anlamına yeni bir erişimle ulaşmak kolaylık sağlayacak. Gerçeği, hayatın kurallarını ve makulü kaybetmeden, cevher vasıfların ana hatlarını, mecaz mantığında yorumlamak mümkün olabilir.
Kelimenin kök bilgisi (etimoloji), kullanım yerleri ve günlük hayattaki anlamı, önemli bir başlangıç noktasıdır. Bu başlangıç; gerçek, öz, hakikat, orijin gibi kelimelerle ifade edilen ama ne olduğu bilinmeyen kavramların yeniden düşünülmesine sebep olur.
Hakikat, sadece kelimenin kendi öz değeri olarak değil, bilimsel, felsefî, dinî-tasavvufî ıstılah olarak da bilinmiyor. Asırlardır, nesnel gerçek ve arkasındaki hakikat, birbirine karıştırılır. Bugün de böyle...
Kimi insan, gerçek-hakikat kelimelerini, eski dil-yeni dil bakış açısı ile yorumlar. Etimoloji ile yürürsek eğer, gerçek ve hakikat kelimelerinin farklı kültür dairelerinden kaynaklanan kökleri ile aynı mânâyı sembolize ettikleri görülür. İkisi de mazmûn, ikisi de ıstılahtır. Aynı zamanda günlük hayatın çok kullanılan kelimelerindendir. Temsil ettikleri anlam ise, bugünkü hâlde, kimi yerde gerçek, kimi yerde neredeyse, mecazdır. Alışıla gelmiş anlatımla nesnel gerçek ve mutlak hakikat ifadelerinde nüanslar bulan ve bu ikilemi, kültür etkileşimiyle anlamaya çalışan insan, anlamın sembolünü anlamak için bile yeni sınıflandırmalar istiyor.
Bir ayrım olarak; gerçek kelimesi, nesnel bakış açısında olanlar için / metafizik, nesnel olmayanlar için / hakikat ıstılahı ise, iki grubun (gerçek ve metafizik) terkibi için kullanılıyor. Belki, hakikat, nesnel olanla metafizik değerlerin kaynaşmasında yakalanacak birikimdir ki, çalışmak, okumak, düşünmek süreçlerinde birikim ister.
Gerçeğe, metafiziğe ve hakikate bir olgu değil de bir algı olarak yaklaşan ve çabucak karar veren insanın sübjektif yapısı da; sükûnet ve gayret istiyor. Hayat içinde, kendimizle baş başa kalmak; okuyup araştırmak; bilenlerle birlikte düşünmek… Nesnel gerçek, metafizik, hakikat: İçimizde... Kelimelerle ifade etmek gerekiyor.
Ama nasıl!
Tecrübelerden faydalanılmalı; bilhassa bilimin bulguları asıl kabul edilmeli; inanç sisteminde, felsefî/tasavvufî kabullerde; sübjektif tercihlerde aşırı gidilmemeli… Hele mistik tecrübelere, inanç ritüellerine kişilik teslim edilmemeli…
Farklı metotlar arasında barış ilân edilmeli. Hakikati, delil ve ispata dayalı nesnel bir olgu olarak kabul eden bilim ile hakikati, tek / bir / mutlak olarak algılayan inanç sistemi, bir arada, ortak veri ve metotlarla incelenmeli. Bilimsel ve analitik zemin şartı olmalı. Felsefenin ve tasavvufun çalışma sistemleri; kendisini mantık düzeninde ispat eden her türlü farklı görüş ve teori, bir arada değerlendirilmeli.
Bilimde, sanatta, düşünce ve inançta, özellikle eğitimde; demokrasi, hürriyet, insan haklarına saygı ve farklı inançlara hürmet olmadan, hakikat bulunamayacak.
Ortak iz düşümler için kurgu…
Varlığın ne anlama geldiğini düşünmek, anlam oluşturmak, var edilen anlamı hissetmek için, fizikî algılar; beş duyu, sezgi denilen içe doğuş, doğru ve gerekli kabul ediliyor. Başka bir algı çeşidi, bu günkü bilimsel kabullerin dışındadır. Metafizik algı için, duygu ve bilgiler ise yetersiz...
Sonsuz, anlaşılamıyor. Nesnel sonsuzluk hissi veren evrene bakınca; onun birleştiği, komşu olduğu öteler; mantık olarak muhtemel ve hattâ mümkün görünse de, onları ifade edecek sonsuz ötesi kelimelere sahip değiliz.
Bilinmeyen anlamı kelimelerle aramak, bize o meçhul anlamı veremez ama tâlî olarak bir hükme ulaşmamızı sağlar: Önce kelime mi vardı, anlam mı vardı sorusuna ilk cevap, önce anlamın varlığına işaret eder. Önce anlam vardı. Kelime sonradan var edildi. Çünkü anlam ve o anlamı temsil eden uyarıcı yok ise, onun kelimesi de bulunamayacaktı.
Sonsuzluğa erişim, (şimdilik) metafizik bir vakıadır. Bilim için, yok hükmünde… Ama her nesnel uyarıcı bir sembol ise ve o nesnel uyarıcının anlamı da sembolik bir anlam özelliği taşıyorsa, fizik dünyasının tamamı, semboldür / bütünlük içinde bir uyarıcıdır. Onun arkasında bir nesnel anlam, nesnelin arkasında da bir metafizik anlam olmak icap eder.
Mecaza mukaddime, uzun bir anlam merdivenini tırmanan, sembol-uyarıcıdan hakiki anlama ve fizikten metafiziğe, metafizikten fiziğe yönelen cevher erişim’i aramak ve arama sürecini anlatmak ifadesinin başlangıcı ve özeti...
Birikim ve araç değerler tamam olunca; bilimsel veriler, makul görünen felsefî, dinî, tasavvufî bulgular incelenince; hayatın uyumunu bozmadan; normali kaybetmeden… Şimşek gibi âni bir çakış; mükemmel bir sür’at-i intikal ve sessiz çığlıklarla hiss-i kabl’el-vuk’û mümkün olamaz mı?
Kurgusal metinler, yeni bir düşünce dünyası kurulabilir:
…
Ölüm mecazıyla sonsuza ulaşmayan yok. Güzel olan, istemek... İstemesen de… Hayâlin sonsuz. İstemek, erişim sistemine girmek demek. Mutluluk şarkısı gönlü fethetti. Sonsuzluk sarmalında akış, tatlı bir melodi... Mucize, bir başka mecaz… Deniz, rüzgâr, gökyüzü… Her şey… Gökyüzünün mavisi, rüzgâra sarılır da denizde yüzer. Hakikatin hakikati: Denizde yüzmek... Islanmak, anlamak ve anlatmak… Ama ıslanıp dururken “Yağmur ne zaman yağacak?”, diye soranlar yok mu? Kelimeler mecaza sürgün; anlamak, mecaza yazgılı… Mecazı anlatmak, zor... Açık açık anlamak yokmuş… Açık açık anlatmak…
Kâinat: İşte bir kitap… Hakikat yasak değil. Para ile satılmaz, isteyene verilir, alana açık. Kartvizit değildir, hediyesi, erişim kapısı… Kâinat: Kimse sahiplenemez. Temellük yok. Doğaya zarar vermeden kullanabilirsin. Kâinat: Beden gibi, her insana hediye… Özgür ufuklarda, hayat gibi rüya, hayâl gibi yeni kâinatlar.
*
Kâinatlar içinde, bir nokta idi kelime, dağların zirvesinde... Seyrederdi kendindeki her şeyi, asırların kucağında yalnız bir nokta.
Kara kışta, dağın zirvesine kar yağarken, bir kar tanesiyle aşağıya inmek diledi. İndikçe büyüdü, çoğaldı. Kâinat kadar zarif dönemeciyle aramıza karıştı kelime.
Nokta iken saf bir kelime… Şimdi kâinatın kelimeleriyle o saflığını arıyor. Döne döne, eskiyi anlatarak…
Merhaba dedi, zamana… Sonsuz olanın her saniye yeniden başlaması garip bir mecazdı. Kendisi de değişmişti. “Noktaya ermek için hür kuşun kanadıyla” dedi.
Kendine benzemeyen ama tek bir nokta olduğunu iddia eden kelimelerle karşılaştı. Okudu…
Kar tanesiyle zirveden aşağılara inmişti. Bir su damlası olup denize ulaşırsa yeniden aslına, zirvenin zirvesine dönebilirdi. Buhar olup kuşlar gibi uçarak…
Sonsuz okyanuslar gibi olan bir kelimede tefekkür teorisi bulunsa…
Alegorik metinlerde görüyoruz. İnsan, üstün bir idrak diline muhtaç. Özlerin özü… Cevherlerin cevheri… Niçin? İnsan; bir karınca, böcek, kelebek, yarasa ve hattâ bir bitkinin; koku alma, ses duyma, manyetik ortamları hissetme, topraktaki bitki ve hayvanların doğaya saldığı gazları algılama becerilerine sahip değil. İnsanın, söz konusu uyarıcılara beden olarak erişimi yok [[9]]. İnsan neye erişecek? Bu hayat mecazına bir mukaddime ile hakikate erişmek, mucizeler üstü bir mucize…
Olmayana ergi ile erişim kurgusunda eşyanın, nesnel evrenin sonu olmadığı gibi, mecazın da sonu yok. Her buluş: Fânilik… Yeniden başlamak, biteviye… Mukaddime yapılamaz mı? Bilim gelişecek. Uzayın derinliklerine gidilecek…
Var olmak, fâniliğin çerçevesinde kalmak demekse, bir eksik var… Ölmek, yeniden doğmak mecazı olmalı. Refleksleri idare eden içerdeki bilgin, bedene bakmıyor, bilgelik için bir sonsuz yolculuğa çıkmak istiyor. Hayâller, rüyalar, sonu gelmez istek ve ihtiyaçlar buna bir cevap olabilir.
Diyelim: İnsan için yeni sabahta doğan güneş, son mektup olsun. Böyle bir son-mecazı’na; “Bu kaçıncı son mektup!”, demez miyiz? Varlık yeniden yazılana kadar: Zarf, gümüş gökyüzü; mühür, güneş; mazrufta mesaj, insan… Mitoloji, kurgusal cümle ve sanat eserindeki alegorik hâller, nesnel evrenin arkasında bir başka evrene işaret eder.
Var oluşta kurgulanan maddenin birbiri ile etkileşim sürecinde temsil tekniği, cevher vasıflı bir erişim sistemi içinde kullanılmış olmalı. İnsanın hayâl dünyasında şöyle bir kanaat belirir: Bu dünya, bir başka dünyanın benzeridir.
İnsandaki hâller; gelenek ve inançla beslenmiş bir özel mânâya tekabül eder. Tabiat sembolle anlaşılır: Doğum ve ölüm, erkek-kadın, iyi-kötü, zayıf-kuvvetli… Çatışma, ulaşılmak istenen başka bir dünya anlayışına yardım eder. İlkbahar-yaz, doğumu ve hayatı; sonbahar-kış, ölümü ve yok oluşu temsil eder: Doğa da bir mecaz… Her mevsim değişen sembolik tabiat, insanla kıyaslanınca, çok doğaldır.
Hele tohum mecazı… Kelime, bağlı olduğu bir evvelki kelimenin çiçeği ve meyvesi; mânâ bir tohum, nesnel evren ve onu içine alan büyük kâinat, şimdi bir izah bekliyor. Hakikat ağacının tohumu insan; nerede, ne zaman fidan boylu olacak? Ağacın ta özünde ayna misâl bir gözlem yeri bulsak. Lâtif manzaralara sebep olan gönül misâfirhânesi…
Algılanan uyarıcının arkasında bir başka uyarıcı, bir başka obje… Hangi uyarıcıyı algılasak, arkasından bir başkası ile karşılaşırız. Algılama/tanıma süreci, sonsuzluk sarmalı şeklinde devam ediyor. Bu sarmal, sanki cevhere götürecek: Varlığı, bir başka sebebe ve etkene bağlı olmayana…
Mecazla temsil edilen ve öylece anlaşılan gerçek ne ise; hayat da, cevher değerin mecazı gibi bir eğretileme özelliği taşıyor. İnsan oluşu öğretiyor. Geçici bir değerin (hayatın), cevhere yaklaşmak isteyen ve geçici olmayan (kalıcı) bir değeri öğretmesi, mecazı değerli kılıyor. Sevilen, değer verilen insanlara gül, arslan dememiz bu yüzden olabilir. Ne o sevgili insana sahibiz ne de gül ve arslana…
Cevheri bilmeyiz. Onu temsil eden mecazlara da sahip değiliz; kullanıcıyız. Sanki onları insanoğlu icat etmedi. Varlıkta gizlenen bilimsel sırlar gibi, mecazlar, keşfedildi ve kelimeye aktarıldı.
İnsan, vücuduna sahip bir varlık olarak bilinir. “Beden benim, bu el ve ayak benim… Midem ağrıdı…” gibi cümleler temsilî olsa da, gerçek kabul edilir. Vücut bizimse, onu kullanmak, onda tasarruf etmek de bizim olmalı değil mi?
İnsanın kendi vücuduna, iç organlarına erişim tercihi yok. Söz gelimi, midenin yerini değiştirebilir miyiz? Damardaki kan akışını durdurabilir miyiz? Karaciğerimizin hacmini, ağırlığını, kokusunu, işlevini, yerini biz seçebilir miyiz? Güneşi küçültemeyiz ve büyütemeyiz. Evimizdeki kırık bir eşyayı küçük bir poşete koyup ustasına götürdüğümüz gibi, midemiz ağrıdığı zaman ya da ay tutulduğunda onu yerinden çıkarıp (söküp) küçük bir poşete koyarak ustasına (doktora, mühendise) niçin götüremiyoruz? Yoksa “şimdilik” mi demeliydim… Vücudumuza sahipliğimiz -tıpkı edebî metnin mecâzî işlevi gibi- temsilî... Vücut, insanda ele avuca sığmayan o gizli enerjinin, o cevherin mecazı olsa da…
Tam bir mekân erişimi yok, mecaza da erişim yok. Sevgili gül değil ki. Güle benzetiyoruz. Karine-i mânia var. Tartışılması bile hoş görülmeyen zat, ruh ve kader mevzularının da, erişimi gizlenmiş bir değerler sistemi içinde olduğunu hissederiz. Benzeme, zıtlık, ayniyet kelimelerine dikkat… Pekiyi, niçin? Belki de, bir kelimede tefekkür teorisi için ömür mevsimlerinden baharı yaşamak gerek. Baharı hak etmek... Kara kıştan sonraki bahar. Kabına göre bir kara kış yaşamayan, hakikati nasıl tefekkür edecek? Gönül teriyle hak edilmemiş mutluluklar, hakikati düşünebilir mi?
Diyelim ki, insan, bir hediye baharla düşündü hâllerini; kendine, dostuna anlatacak olsa… Bu hâlde kelimeler hakikati anlatır mı, anlatabilir mi? Gizli olan ruh’un kesin tarifine erişmek, ruhun hayâli ile mecâzen sezilebilir mi?
*
Biz yine okyanusta bir damla su yok diyeceğiz. Kelime, binlerce cilt ansiklopediyle anlatılsa: Kâinat, insan veya su… Kaç cilt tutar? Mecaz diliyle sadece mukaddime yaparız. Bir takdim, kısa bir peşrev. Oysa hayâl etsek: Su, neler anlatabilir? Akmayı, buz olup donmayı, buhar olup uçmayı biliyor. Kim öğretti su’ya bir erişimle akmayı; vakf olup buz ile donmayı, uçmağa varıp buharlaşmayı…
*
“…hilkatin ifade ettiği şey vahdettir ve kesret; vahdetin tezahürünü, mefhum-ı muhalif şeklinde tamamlamaktadır” [[10]].
*
Kelimedeki sırrı arayan disiplinleri bir araya getirmeli.
Sadece kelimenin anlamını arar gibiyiz. Bir nesnel anlam biliyorsun. Sözlükler: Logaritma listesi. Hayata uygulayıp anlama erişemezsen, anlamsız… İçinde bir damla su olmayan okyanus fokurtusu… Oysa kelime: Düşüncede binler satranç hamlesi… Her insanda bile tekrar edilegelen hâllerin -aslında ilk ve tek ve orijinal olması- bize hâlâ gerçek olarak görünmesi (gerçek ve çekici), ne hazineler saklar!
Problem, kâinatın ve kelimenin mecaz mantığıyla anlaşılma kanunu değil; mecazın yalnızca bir mecaz (yalan, hayâl, şiir) vasfında değerlendirilmesi. Mecaz, sadece mecaz değildir. “Eşya ve madde, bir cevher enerjinin dönüşümü” ifadesinde kullandığımız mecazı şahsa indirgeyebilsek, “acaba” desek. Yalnızca dinî kabullerle değil, beşerî ve nesnel bir zihinle anlamaya çalışsak…
Kelime, mânâyı temsil ediyor. Evren, bir mânânın, bir plânın izdüşümü… Ya kelime, hangi cevher değerin izdüşümü?
Sorular, cevaplar… Önce, “Mecaz nedir?”, “Kelime-Mecaz bağlamı ne zaman fark edilmiştir?”, “İnsan niçin mecaz kullanır?”, gibi bazı temel sorularla yola çıkmış ve kısa zamanda bu sorulara cevap arayarak sonuçlanacak bir araştırmaya başlamıştık. Kaynakları inceledikçe, mecaz nedir” sorusu, “kelime nedir”, “insan nedir”, “varlık nedir” gibi genel problemlerle birlikte değerlendirilme zorunluluğuna evrildi. Hele “anlam” nedir sorusundan sonra…
İnsan sabırsız. Bir soru görse, cevap aramak yerine başka sorular sorar. Fırsat buldu… Mecazla olsun, kelime, hakikatin öz’ünü temsil edebilir mi?”, diyerek başlar aksiyomatik sorulara: İnsan nedir? Biz kimiz? Niçin varız? Neler oluyor? Ne yapıyoruz? Nereye gidiyoruz? Varlık nedir? Var olmak ne demek? Ölüm nedir? Bu varlık, bir simülasyon, bir metafor ise savaşlar niçin gerçek? Dünyada barış mümkün değil mi? Niçin mutsuz oluyoruz? Sebepsiz acı çekiyorum? İnsan için mutluluk, kuru bir avunma mı? Niçin buradayız? Hayatın anlamı ve mâhiyeti nedir…
Hâl budur, efkâr budur. Kelime ararız. Hayat: Zamana ermek için, hür kuşun kanadıyla, varmak için menzile, mecaza mukaddime…
֍
[1] Viktor E. Frankl, İnsanın Anlam Arayışı, s.122.
[2] Viktor E. Frankl, İnsanın Anlam Arayışı, s.125.
[3] Viktor E. Frankl, İnsanın Anlam Arayışı, s.128.
[4] Terry Eagleton, Hayatın Anlamı, s.44.
[5] Werner Heisenberg, Parça ve Bütün, s.160.
[6] Doğan Aksan, Anlambilim, s.13, 14.
[7] Victor E. Frankl, Duyulmayan Anlam Çığlığı, s. 31.
[8] Victor E. Frankl, Duyulmayan Anlam Çığlığı, s.33.
[9] Edward O. Wilson, İnsan Varlığının Anlamı, s.38-40.
[10] Rabindranath Tagore, Şâirin Dini, s.12.