Mehmet Can Doğan: Edebiyatla ne zaman, nasıl ilgilenmeye başladınız?
Mehmet Önal: Edebiyatla ilgilenmek, benim için, hayatın farkında oluş demekti. Lise öğrencisi iken okulda gördüğümüz edebiyat dersleri ile okul programı dışında okuduğumuz edebî eserlerin birbirinden farklı amaca hizmet ettiğini seziyor, fakat birikim yetersizliğinden dolayı buna bir ad koyamıyordum. Felsefe eğitimi yapmak üzere geldiğim üniversitede çok farklı insanlarla karşılaştım. Bir kısmı... nasıl desem... hani öyle bir insan ki, “nev’i şahsına münhasır”... Güzel adamlardı onlar. O güzel adamları tanıdım. Hocalarım ve arkadaşlarım... O yıllarda edebiyattan ziyâde ülkenin anarşi ortamı hakkında fikir üretmekle sorumlu görüyorduk kendimizi. Aslında yaptığımız bir şey yok. Kendini tesbih eden dervişler... birinci yılın sonunda edebiyat bölümüne geçtim. Bazıları çok âlimdi onların ve tıpkı Anadolu’ya benzerlerdi; bazıları ise bize benzemezdi, bizi anlatmazdı... Onlar farklı bir iklimin insanlarıydı ama, bize benzemeyenler bizi daha iyi anlatıyor. Bize benzeyenler, bizi anlatırken kendisini anlatıyor. Hocalarımın bir kısmı fabrika gibiydi, bir kısmı güneş.. bazılarını fotokopi makinasına benzetirdim. Garip insanlardı. Aradan geçen yıllara bakıyorum da, ben de onlara benzedim. El, ayak, lafız ve bakışlar... Hocalarımda edebî eserlerin izlerini görüyordum ve bu izler, beni kitap okumaya sevk ediyordu. Talebe iken en büyük merakım, hocalarımın protiplerini aramaktı. Kimisini kitaplardan, bazılarını hatıralardan, bir kısmını da sezgilerimden çıkarmaya çalışırdım. Beni en çok etkileyenlerin herhangi bir jesti, daha evvel yaşanmış olmalıydı. Bunları nasıl öğrenebilirim? Okuyarak... Lise yıllarına göre, üniversitede daha bilinçli bir seçimle edebî eserlere yöneldiğimi söyleyebilirim. Mehmet Can Doğan: Peki, yazmanın bir ihtiyaç olarak ortaya çıkması ne zaman gerçekleşti? Okur yazar oluş ile insan oluş arasındaki kesişme/buluşma ve ayrılma noktalarını nasıl belirliyorsunuz veya belirlediniz? Yazmak gibi belâlı bir işe girişte etkiler vardır kuşkusuz. Sizin için bunlar nelerdi? Mehmet Önal: Yazmaya gelince... Kendimi tanımak, kendimle dost olmak, benden sâdır olan güzellikleri Hilkat’ten bilmek, dostluğu tekrar tekrar tâlim etmek, kendimi ve diğer insanları, kısaca insanı tanımak, insanı meşk etmek.. her insanın bir üniversite gibi disiplinli bir eğitim sonunda anlaşılabileceğine inanmak... insanoğlunun duygu ve düşünce dünyasında ulaştığı enteresan iklimleri teneffüs edebilmek.. eşya ile mücerreti ve müşahhası göstermek; tecridi ve teşhisi, kısacık hayat hikâyesinde yaşamak.. Âdem’den bu yana, milyarca insanı, bir bedende hissetmek.. onlarla berâber “ben buradayım” demek.. sonra dönüp, “Kim sesleniyor?” diye muhatabı aramak... doğumdan önceki ve ölümden sonraki hayatı düşünmek.. Onunla diyaloglar kurabilmek... İşte böylesine zarûrî ihtiyaçları yaşamaya başladığım yıllardan itibâren, hep yazdım. Cebimde dâima bir not defterim vardı. Yüzlerce küçük defter karaladım ve attım. Kimseye söylemeden. Utanıyordum yaptığım işten. Üniversite talebesinin şiir, hikâye hele hele roman yazması da ne demek oluyor! Ayıptır böyle şeyler! Yirmi yaşımdan sonra eşya ve tabiat; bakışlardaki o anlatılamayan derin nüanslar; yaşanmamış arzu ve hevesler -ustaların tâbiriyle söyleyeyim: “Yer ve yâr arama mâcerâsı”-, dünya kitabının, insan ve diğer unsurlar şûbesinde okunması gerektiğini hissettirdi. İçimdeki bir ses, her uyarıcının bir kitap olduğunu söylüyordu. Harfleri: şekiller, sertlikler ve yumuşaklıklar, kokular, renkler, kıvrılıp bükülmeler... Ağaç, gökyüzü, su, toprak ve güneş gibi etkiler manzûmesi bir tarafta; aşk, ihtiras, nefret, kıskançlık, hicap, unutma ve unutulma gibi duygu fırtınaları diğer tarafta... Herkesin anlayabileceği evrensel bir dil’e ihtiyaç vardı ama bu evrensel boyutun anlatılabilmesi için millî kültürün kalıpları gerekliydi. Türkçe, benim için, evrensel dil boyutunu kendime göre anlama ve anlatma biçimi... Mehmet Can Doğan: Dilin içinde yaşamak, nefes almak yazarlığa giriş ânı olarak ortaya çıkıyor. Aslında yazmak, evrensel dili, ana dil ile anlama, yorumlama gayretidir. Burada, kültürel kodlar, evrensel olanı yeniden içeriklendiriyor onları yeni bir bütünlüğe kavuşturuyor. Edebî eser dediğimiz ürünler de bu bütünlüğün göstergeleri sanırım. Mehmet Önal: Dilin karışık gibi görünen sırları olduğunu duyduktan sonradır ki, cehâletimin, aczimin, güçsüzlüğümüz, kimsesizliğimin farkına vardım. Dil ve anlatma, başka bir şeydi. İnsan, benim bildiğimden başka bir şey... Kelimeler, sâdece kelime değil. Kelimeler, tanımlarından başka bir çağrışım zinciri taşıyor. Onların sözlüklerde bir anlamı var. Günlük hayatta kullanım alanları var. Bunların yanında her kelimenin rengi, kokusu, biçimi, ışığı, ritmi, melodisi.. velhâsıl çok farklı özellikleri var. Nasıl ki, susadığım zaman bana su gerekir H2O gerekmez. Kimya dersinde kim dinler benim susuzluğumu? Mehmet Can Doğan: Dil içinde yaşamanın açtığı kapılardan rahatlıkla geçtiniz mi? |
Mehmet Önal: Sonsuz yakamoz gölünde bir ışığın anlamını çözdükten sonra ikinci bir sonsuzluk açılıyordu karanlık dünyama. İlkini çöz ve sonsuza gir. Sonra diğerleri ve biteviye devam eden bir arayış... Anlık bir teessür kıvılcımı. Hesapsız, sınırsız bir kalp çarpıntısı. Bir de, teslim olduğum heyecan... Bir problem çözümü ve çözümle birlikte sıra sıra dizilen sonsuz aşk kıvılcımları... yâni yeni problemler.
Ey insanlar! Müjdeler olsun. Penceremin perdesini açtım.. yetmiş bin perde gördüm. Hayat buydu benim için ve bir tek ân’a tekābül eden bazı periyodik bazı düzensiz yanıp sönmeleri hissedebilirsem, onları kelimelerle tespit ve îlân edecektim. Bu îlâna hakkım var mı, bilmiyorum. Yâhut ilânım yalancı bir çığırtkanlık mı?... Bir usta çıkar ve söyler herhâlde. “Ey insan! Buraya kadar!”. Tepeden tırnağa heyecanlanıyorum. İçten içe bir inşâ silsilesi bu sanat dedikleri. Eşyanın ve hattâ hayâllerimin bana cevap verdiğini sanıyorum. Sorulardan ve cevaplardan ibâret olan hayat, bir kurgu sun’îliği içinde yeniden inşâ ediliyor. Âb-ı hayat gibi.. kevser yâhut bengisu.. Beşir Ayvazoğlu’nun kitabında anlattığı Kaknüs örneği... İnsanoğlunun içinde hiç bitmeyen sonsuz bir hayat iksîri var. Bu dünya fânî ama Hayy sıfatının canlıda yani bir insanda tezâhürü, insanın da bir tarafıyla ölümsüzlüğe aday olduğunu fısıldıyor. Sanatın dopingi bu olmalı; delilleri de, hayâllerimiz ve içimizdeki sonsuz yaşama iştiyakı.. Hedef ölümsüzlük değil tabiî... Farkında olmak, hissetmek, ışıklı dantelayı görebilmek, daha iyisini talep etmek ve gereğini yapmak... Şimdi iş böyleyken, ben yazmayım da kim yazsın! Bu duyguları yaşamayı, üniversite yıllarında ustalarımdan öğrendim. Gururla söyleyebilirim ki, hâlâ usta malı satıyorum. Usta malı satmayan var mı, bilmiyorum. Mehmet Can Doğan: Üç roman ve iki hikâye kitabı... Bunlar anlatmaya, tahkiyeye dayalı formların ürünleri. Edebî eser için tahkiyeli tarzı seçmenizin özel bir sebebi var mı? Diğer formların içinden bunların seçilmiş olması, yetenekle mi, özel ilgiyle mi, okunanların biçimlendirdiği bir algı ile mi ilişkili? Mehmet Önal: Bu sorunun cevâbını belki tam olarak veremeyeceğim. Ama şunu söyleyebilirim ki, alegorik bakış açısına göre benzeterek, transfer ederek bir kurmaca dünya oluşturmak, benim için bir başka edebî türle mümkün değil. Deneme türü olabilirdi ama belki başka bahara... Bu etkiler zinciri, tiyatro ve sinema gibi gösteri sanatlarıyla ve meselâ animasyon tekniğiyle de kurulabilirdi; vâkıa, yine kurulabilir. Transfer yoluyla, oralara aktarılabilir... ama dedim ya, kelimelerin sihirli bir gücü var. Bu bizim müktesebimiz değil. Onların anlamlarını biz bulmadık. Vehbî ve kesbî tartışması.. Hepsi vehbî.. Mesned ise mükteseb.. Yani sebep. Bir vesîle: Mükteseb.. Biz ittibâ ediyoruz kelimelere. Belki de ben, hikâyeden, romandan, hani şu anlatıdan başka bir türü beceremiyorum. Mehmet Can Doğan: Sizce sanat eseri nedir? Şiir, bütün edebî sanatların başlangıcı mı, şiire böyle üst bir yer belirlenebilir mi? Diğer edebî formlar şiirden arta kalanlarla mı idâre ediyor? Mehmet Önal: Artakalan ifâdesine katılmak bence çok zor. Bir “artakalan” değil ama bir başka koridor. .. Sanat eseri, bir başka sanatkârın eserini okumak için tâlimdir. O sanatkâr, insanın içinde. Meşk var ya, meşk... Evreni meşk etmek gibi bir şey sanat eseri. ..tamamlanmış hissini verdiği andan itibâren, diğer metinler gibi daha çok fayda prensibine hizmet ediyor. Belki de o tamam olmayacak. Onu okuyucu tamamlayacak. Her muhatap, ayrı ayrı tamamlayacak. Tamam derseniz eğer, tamam olan bir şeyi aşmak, açmak gerekmez. Başka bir kulvarda buna çok ihtiyaç var ama insan elinden çıkmış bir yapı nasıl tamam olur ki? Fânî fonksiyonlar için belki tamam... Okulda elli numara alıp sınıf geçmek gibi.. Onun tamamlığı, itibârî... Beğeniye ve zan’na dayalı... Muhatabı ile karşılaştıktan sonra geçici süreler için tamamlanmış hissini veren bir sanat eseri, meselâ bir roman, şiiriyete hizmet edebilir. Şiiriyet: Varlığın tenezzül metodu. Öyle bir tenezzül makâmı ki, ortaya çıkan şey, şiir. Harcı, aşk.. bizim için tecrübesi, çile... vehmi ve zannı, coşku. Bunlar tanım değil. Belki mânâ transferi. Mehmet Can Doğan: Yazmak varoluşun gerçekleşmesi için bir çabadır, diğer pek çok çabanın yanında. Şiirin varoluşa karşılık gelmesi daha belirgin bana kalırsa. Mehmet Önal: Şiir, varoluştaki güzelliktir. Şiir sanatı, bütün sanat dallarının ve -edebiyatta- edebî türlerin özü. Bunlar belki nesnel doğrular değil. Bir müzisyen melodiye yahut ritme göre izah edebilir. Ressam; çizgileri veya renkleri öne çıkarır. Mağma tabakası gibi. Nâr’ın ve nûr’un merkezi. |
Kimi der ki, bu ateş’tir. Resimde ateşin rengi var. Öbürü, yok yok, ateş, kimyasal bir tepkimedir, diyor. Halk dilinde, sobanın içindedir ateş ve geçim derdi ile birlikte: Odun kömür parası veya ekmek dâvâsıdır. Ama şiirde ateş öyle mi? “Zannetme ki güldür ne de lâle / Ateş doludur tutma yanarsın / Karşında şu gülgûn piyâle... Doğum ve ölüm iki nokta. İki uç noktanın arasındaki mesâfe: İşte ateş.. Bizim normal hayatımız... Şimdilik beni yakıyor. Ayrı bir dünya şiir. Tanıdığımız her şeyden daha başka. Bildim dediğim anda, bilmediğimin ispatını yaptığım bir dâvâ.. Her talepten farklı bir tercih. Hilkat sanatını övmek üzere hayranlığı ifâde etmek için ulaşabilme ideali taşıdığım sanat. Başka bir teknik ve ruh hâli. Sâdece kelimelerle anlatılamaz, yaşanır; ama nasıl yaşanır. Onu bilmiyorum. Şiir zor. Herkesin bir derecesi var. Ve herkesin bir şiiri... Sevdiğimiz şiir ayrı yaşadığımız şiir apayrı... Yaşadığımız şiiri biz yazmadık.. O, yazıldı.. Atalarımın dediği gibi: Şiir, demir leblebi... söylüyorum; dişler hamur... Ya söylenemeyen kelâmın hangi dişleri parçalayacağı araştırılırsa? Sanatkârlığı biraz daha öğrenebilirsem, belki şiir söyleyebilirim. Kim öğretir? Ne zaman öğretir? Bilmem. Belki, ustanın dediği kemâl noktası.. Bir üfürmede dağlar yok oluyor masallarda.. bir de şiirde: “Bir of çeksem karşıki dağlar yıkılır”... İşte şiir. Yıkılan dağ nedir? Senden ve benden başka dağ var mı? Dağın ardı, şiir. Nefes dile bakalım. Üfür.. Bende ne var? Yıkılan ne? Bir of çekmeli ve şiir yazmalı.. Müsaade yok. Ruh iklimi na-mizacım diyor. Söyleme yaşa.. Yoksa, dağlar yıkılmaz. Ama hastalık var. Susamıyoruz. Hep söylemek veya yazmak. Zararlı. Şimdilik roman, sorular içinde kıvranırken, cevap aradığımı zannederken, kendi yağımda yanıp kavrulurken rahatça kullanabildiğim bir tür.
Mehmet Can Doğan: Bu sözlerinizden ilhâma inandığınızı çıkarıyorum. İlhamı çağıran, hazırlayan bir süreç olmalı. Belki mizaç bu çağrıyı gerçekleştiriyordur; ama, işlenmemiş mizâca ilham uğramaz sanırım.
Mehmet Önal: İlham sorusu ise mâlûmdur: Sanat bir mizaç ve ortam meselesi.. Bu, başlangıç için gerekli. Birikim ise, kıpırtıların esere dönüşmesi için gerekli. Sanatkâr mizaç varsa eğer, ilham müteharrik bir unsur. Sanattan başka endişeler varsa, bize gelen ilham değil, başka bir şey... Sanatkârlık olmadan, yaşamadan, yanmadan gelen ilhamla bir iki kalem denemesi yapılabilir. Zorlamadır bu. Bence, ilham beklenmemeli. İlhamdan evvel çalışmak gerekli. Çok çalışmak. Çalışmak için ise istemek.. Bu isteğin bir başka adı, ilham.. Bol bol yazmak ve okumak. Çok mesâî isteyen bir meşgale. Çalışmak için masa başına oturmayan adama ilham gelir mi bilmem. Çok çalışmak, ilhamı dâvet eder.
Mehmet Can Doğan: Bu işin ustaları var galiba. Sizin de ustalarınız olmuştur muhakkak. Edebiyatta ustalık neye karşılık geliyor? Anladığım kadarı ile ustalara çırak olmak, size gurur veriyor. Çırağın ustalaştığı yer neresidir peki? Bu usta-çırak ilişkisinin hep yararlarından söz edilmiştir; zararları da var mıdır acaba? Yazıdaki, edebiyattaki ustalarınızı bu bakış ile hatırlarsanız neler söylersiniz?
Mehmet Önal: Ustalar... Ustasız, üstadsız sanat olmaz. Her çırağın, her kalfanın ve nihâyet her ustanın derûnunda bir prototip üstad var. Bunun dışında dünyasına girebildiğimiz diğer üstadlar, ustalar...
Benim de ustam ve ustalarım var tabiî.. En önce varlıklar âlemi.. sonra, Cemil Meriç’i saymalıyım. Denemelerini okurken hem roman, hem şiir hazzı duyarsınız. Öfkeyi, sevgiyi, bilgiyi tanırsınız. Cemil Meriç tekrar tekrar keşfedilmesi gereken bir yazar.
Peyami Safa, romanda; Mustafa Kutlu, tahkiyede ustamdır... Nasıl marangoz masa yapar, dolap yapar veya halıcı halı dokur... Bir bakıma ben de aynı şeyi yapmalıydım. Edebiyatçıyım ve edebî eser yazmaya gayret ettim. Onun nasıl ve nice olduğuna okuyucular karar verir. Yahut belirli bir karar da değil. Severek okuyorsa, işte karar odur. Her bir şeyin alıcısı var. Bizi de koyarlar bir kaba. Ben ustalardan böyle gördüm.
...âilem, arkadaşlarım, meslektaşlarım ve nihâyet öğrencilerim... Yerine göre hepsi bana üstadlık yaptılar. Uçan kuş, akan su... Sevdiğim yemekler, içtiğim sigara, kullandığım otomobil.. Cam kırığının el kesmesi.. Elden mi akar o kan yoksa ciğerden mi? Yani sıradışı ustalar.. Bir bakış, bir iç çekiş, ansızın sigaraya gelen zam.. Banka dekontlarına bibliyografik künye fişi gibi not almalar.. Hayatın içinde geri plândaki ustalar..
Dostoyevski, Kafka, Çehov, Camus.. onların bazı kitaplarını okudum. Heyecanlandım. Andre Gide, Tolstoy, Gogol... Yenilerden Marküez.. Sonra Simyacı’nın yazarı.. Montaigne, Alain iyi denemeciler.. Ahmet Haşim, Cahit Sıtkı, Şeyh Gâlib, Fuzûlî, Neşâtî.. gibi bağrı yanık yakası kavruk şâirler.. İsmet Özel gibi esrarlı mısra ustaları.. Hilmi Yavuz gibi geleneği bir başka aynada seyredenler.. Bunlar usta mı yoksa okunanlar mı, ne diyeceğiz bilmem. Bir de Bostan ve Gülistan gibi, Leylâ vü Mecnûn gibi, Hüsn ü Aşk gibi eserleri ve onların sanatkârlarını söylemeliyim. Ama bunlar ilk ayna değil. Geri plânda. Karıştırıldıkça ortaya çıkan değerler. Atsız’ın Güntülü’sü, Biz İnsanların Vedia’sı ilk gençlik yıllarımın aşkları.. Bunlar da ustamdır.
Mehmet Can Doğan: Son zamanlarda edebî eserlerde, özellikle romanda, 'kurgu’nun öne çıktığından bahsediliyor ve bu eserlerde açık açık görülüyor. Bu bence benzerliğe, anonimliğe giden bir tehlikeli yol. Diğer teknik unsurlara göre kurgunun öne çıkması hakkında ne söylersiniz? Sizce, zamanımızda türler teorisi, yeni boyutlar mı kazanıyor? Bu, net bir kazanç mıdır, yoksa benim işaret ettiğim gibi, içinde tehlikeler de barındıran bir süreç midir?
Mehmet Önal: Edebî Türler Teorisi, sözlü gelenekten zamanımıza gelene kadar türleri gruplandırmaya çalışan araştırıcıları yakından ilgilendirir. “Sınıflandırma” ve “Türlerin Menşei” hakkındaki çalışmalar, bilim felsefesinin sahası olmakla birlikte, hemen bütün dallarda taraftar bulan bir çalışma sahasıdır. Okuyucularımız, doğu geleneğindeki anasır-ı erbaa terimiyle yapılmış olan tasnifleri hatırlayacaklardır. Ve on dokuzuncu asrı, hattâ yirminci asrın son çeyreğine kadar ilim âlemini alt üst eden Darwin’in sınıflaması, bu sınıflamanın bütün alanlara getirdiği önyargılar, yanlış yönlendirmenin boyutlarını düşündürür. Bilimler arası ve metinler arası ilişkiler kuramı açısından yahut alanlar üstü yöntemler bakımından, bir birikimi bir başka sahaya transfer etmenin çağı kabul edilen yirminci asır, edebiyatta da yankısını göstermiştir. Öyle bir tür gelişmiştir ki, onun adı hâlâ romandır ama o, bir “anlatı” serbestliği içinde bütün edebî türleri ihtivâ eden bir yapıya ulaşmıştır. Bu yapının orijinâl tarafı, k u r g u tekniğidir.
Kompleks anlatım tutumlarıyla, girift takdim şekilleriyle ve teorinin sınırlarını çok çok aşan kurgusal örgü zemîni ile öyle üslûplar gelişmiştir ki, “Ah monşer, dünyayı edebiyat eserleri idâre ediyor.” diyen Servet-i Fünûn geleneğini ve “Dünya yeni bir dine girdi.” diyen üstadların hükümlerini, bir acaba’nın eşiğinde düşündürecek örneklerle karşılaşılmıştır.
Roman, kurgu boyutuyla, hayatın kurgusunu teslim ve tâlim eden bir fonksiyona ulaşma çabalarını sergilemektedir. Gelişmiş ülkelerin fizibiliteleri ve az gelişmiş ülke senaryoları, romana çok şey borçludur. Dünyayı romanlar idâre etmiyor ama kurgunun gücüne inanan devlet adamları, bürokratlarına kendi çapında siyâsî romanlar yazdırıp devlet idâre etmek istiyorlar. Buna örnek arayanlar, ülkelerin “Orta-Doğu Senaryoları”na veya Devlet Plânlama Teşkilâtında’ki GAP Master Plânları’na bir göz atsınlar.
Rahmetli Hacı Taşan’ın “Percereden bakıyo / Roman almış okuyo” diyerek oyun havasına malzeme yaptığı roman türü, günlük hayatta alay’a bile alınır. Üniversitelerin edebiyat fakülteleri kürsülerinde “Romanı şiiri bırak, derslerine bak!” uyarısı da, aynı alayın bir başka zemindeki ifâdesidir. Gençler, iç dünyalarını roman ile tanımaya çalışsınlar ve devletler geleceklerinin bir kısım hayâtî tedbirlerini kurgu tekniğine bağlasınlar, hiç önemli değil. Asıl değerlendirilmesi gereken yerde, roman ve şiir yoktur, yani kurgu yoktur; romancı, edebiyat tarihindedir. Kimse, hayatta olan bir romancıyı henüz üniversite literatüründe tanımamıştır.
Mehmet Can Doğan: Ben Hacı Taşan'ın mısralarındaki roman ile değişen/değişebilecek olan dünyaların sadece kurguyu öne çıkartan romanlarda yok olduğunu veya böyle bir yöne evrildiğini düşünüyorum. Bu da romanın içselleştirilmesini engelliyor gibi geliyor bana.
Mehmet Önal: Roman türü, teknik yapı itibâriyle çok özel bir edebî türdür ama son zamanlarda kurgu denilen hayâlî yahut uydurma dokusuyla yeni yeni keşfedilmektedir ve bu keşif, Yaradılış’ın, insan eliyle estetik bir tezâhürünü ve bu mânâda taklîdini yeniden gündeme getirmektedir.
Hayat öyle bir hikâyeler toplamıdır ki, ne romandır, ne anlatı! Adına gerçek dediğimiz şey, yaşam dediğimiz oluş yahut varlık dediğimiz değerler bütünü, hepsi hepsi romandaki kurgu’nun menşeini vermektedir.
Aslında yeni bir şey söylediğimiz yok. Sadece, klâsik kurgu anlayışımız değişti. Kullandığımız aynalar yenilendi. Anlatım şekilleri, anlatım tutumları, bakış açıları, yazarın kimliği, anlatıcının esere olan mesâfesi farklılaştı. İşte buna da yeni teknik yapılar diyoruz. Roman türü, batıdaki örneklerinde anlatı’ya doğru açılırken, bizde de her edebî türü bünyesinde toplayan bir terkip hâlini aldı.
İki örnekle bu hükümleri desteklemek isterim:
Mustafa Kutlu’nun eserleri, gerçi hikâyedir ama, bir kitaptaki hikâyeler birleştirildiği zaman ortaya yeni bir şey çıkar. Bu romandır ama bir başka romandır. Birbirinden bağımsız teknik, hikâyedir; hikâyeler bir roman panoraması çizer. Başka yazarlarda hikâyelerin toplamı bir roman etmez. Ama bu teknik, kurgunun yeni bir zaferi olarak karşımızdadır.
Aynı yazarın üslûbu için de çok değişik şeyler söylenmiştir. Bu üslûbun; telif yorumlarla, atıflarla, alıntı ve epigraflarla; makalede bulunan dipnotlarıyla desteklendiği de görülmüştür ve Mustafa Kutlu, eserlerinde tamâmen kurgunun mahsûlü olmasa da, kurguyu etkileyen ve hattâ yer yer inşâ eden bu teknik yapıyı çeşitli konularda tekrar tekrar denemiştir. Yazarın ilk eserlerinden sona doğru giden bir okuma çizgisi tâkip edilirse, üslûptaki gizli inşâ ve bu inşânın kurgudaki rolü ortaya çıkar.
İkinci örneğimiz, Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı adlı eserine dâirdir. Bu romanda bölümlerin birinci şahısla anlatılması, kurguların ilk yorumu diyebileceğimiz Yansıtma Kuramı’na bir örnektir. Ayrıca, insanın hayatı algılayış penceresi olan Ben Kurgusu’na bir göndermedir. Yazar bunun aksini bile iddia etse, kurgunun birinci şahıs bakış açısıyla oluşturulması, okuyucunun zihninde böyle bir çağrışıma ulaşıyor. Her şeyi bilen bir “ben” anlayışına...
Benim Adım Kırmızı romanında, sâdece edebiyat sanatı mı var? Sadece roman türü mü var? Hemen bütün sanatların ve bütün edebî türlerin bir terkibi olan bu yeni kurgu stili, yaşadığımız çağın gerçekleriyle de ilgisi olsa gerektir.
Nasıl ki, son çeyrek asırdır bir postmodern modası vardır ve her karmaşık yapının, meselâ televizyon’un arka kapağı çıktıktan sonra beliren elektronik devrelerin yapısı gibi, entegrasyon yaşayan her eserin etkilendiği akım, bu adla anılır olmuştur. Aristo’dan bu yana varlığından bahsedilen Hermeneutik; doğunun yüzyıllardır geleneğini etkileyen Arabesk; dîvân edebiyatının varlığına en önemli deliller getiren mazmûn sistemi ve son bir kaç asırdır kendisinden bahsedilen sebk-i hindî unutulmuş, her girift yapı, postmodernizm ile izah edilir olmuştur. Gerçi, bütün edebî akımların etkisini aynı anda hissettiren eserler vardır ve postmodern yapı, özellikle kurgu ve üst kurgu ile anlatılırken çok farklı merkezlerin etki zincirleriyle tanımlanamaz bir hüviyete bürünmüştür ama, bütün bu arayışlarda postmodernin etkisinden daha çok kurgu’nun keşfi kendisini kuvvetle hissettirmektedir.
Son dönem romanların epigrafları, başlı başına bir roman. Ustaların spot cümlelerinden hareket eden romancı, harikalar terkip ediyor. Bu epigraflar kimin kurgusu acaba? Geçmişin logolarına, kelâm-ı kibarlarına, vaz ü nasihatlarına ihtiyaç duyan yeni romancı, hangi itibârî dünyayı arıyor ?
Bize göre, onun aradığı yeni bir kurgu yapısıdır.
Yazarı ile okuyucusu ile yeni edebî türler ile romanda kurgu yeni keşfedilmektedir ve bu ilginç keşif, insanın iç dünyasında tamamlayacağı serüvene yeni heyecanlar katacaktır.
Mehmet Can Doğan:Yazmak, kişinin kendisini gerçekleştirmesi kadar tanımasına da vesîledir. İnsandaki iyi ile kötü böyle bir uğraş ile gün yüzüne çıkarken korkutucu, ürpertici, rahatsız edici yanlar da belirginleşiyor sanırım. Bu sorunun cevabı, yazmaya yeni başlayanlar için de bazı işaretleri içinde barıdıracaktır; ayrıca, yazmanın çalışma, gayret ve ısrar olmak ile birlikte teknik bir iş olduğuna ilişkin ipuçlarını da taşıyacaktır.
Mehmet Önal: Aklımdan geçenler artık yazıya dökülüyorsa; yaşamak için sıraladığım ihtiyaçların başında kalem ve kâğıt geliyorsa bir şeylerin oluşmaya başladığına inanıyorum demektir. Yazdıklarımı başkaları da okumalı. Bu fikir, önceleri korkutucudur. Çok korkutucu. Ya alay ederlerse? Ya ben bu metinlere devam edemezsem? Ya gelip geçici bir hevesse? Kendimi nasıl tanımalıyım? Artık acı vermeye başladı. İçim yanıyor. Derdim yok ama ben çok dertliyim. İşin kötüsü, bu iş hoşuma gitmeye başladı. Bu derdin analizi yapılmalı. İlk keşif: Ben neden böyleyim? Yazar olmak, bir duygudur; anlatılamaz, yaşanır. Bunu içten içe hissedenler bu kitabı okumaya devam etsin. Eğer yazarlık sizin için çok önemli değilse lütfen başka şeylerle ilgilenin.
Önce kendimi keşfetmeliyim ama nasıl? Fikirlerime masaj yapmalıyım. Ben yapamıyorsam, bunu çok iyi bilen birine yaptırmalıyım. Nasıl mı? Sevdiğim bir yazarı okuyarak. Bence yazarlığına girmek isteyen insanın ilk işi, çok sevdiği bir yazarı okumak olmalı. Bu zamana kadar okuduğum kitaplar içinde beni en çok etkileyen hangisiydi? Ben en çok hangi kitabı sevdim? Çok farklı duygulardı. Ayaklarım yerden kesilmişti. Başka bir insandı.
Her insan bir kale. Aşılmalı. Ve her yazar o kalenin hazinesi... Kitap okuyarak o hazineye sahip olmalı. Sonra bütün bunları isteyen insana, yani içe dönülmeli ve şöyle seslenilmeli: Ey yolcu ne istiyorsun? Bu dünyada sana yetmeyen nedir ki bir de yazar olarak yeni kurgular icat edip derdini bir iken bine çıkarıyorsun?
Lütfen şunu hayâl eder misiniz? Bu koca kâinat, bir tek evet bir tek sizin için yaratıldı. Siz yazar olasınız diye var bütün evren. Bunu iyice hissettikten sonra şu soruyu sorun: Ben varım. Kâinat ne kazandı? Ben yok olacağım. Kâinat ne kaybedecek?
Bulacağınız cevaplar, şimdiki durumunuzdan bir adım öteye gönderecek sizi. Eğer ilerlediğinizi hissetmiyorsanız, tekrar başa dönün. Hayatımda ne eksik ki ben yazılar yazarak mutlu oluyorum?
Yazmanın neresindesiniz? Sizin için yazmak doğal bir şey midir yoksa bir özenti mi? Başka türlü olmuyor mu? Her şey, her ihtiyaç yazmanın peşi sıra kilitlendi mi?.. O hâlde alın elinize kalemi kâğıdı ilk aklınıza geleni yazın. Sonra... Büyük kabul ettiğiniz yazarlarla karşılaştırın ama muhakkak yaşayan bir yazarla irtibat kurun.
Yakın çevreniz önce alaya alacaktır.
Bu alaylar, büyük yazar havanıza gölge düşürecektir. Bu gölgeyi önce siz yıkın. Kendinizde alay edilecek bir tanecik gedik bile bırakmayın. Târ ü mâr edin vücut ülkesini. Evreni yeni baştan kurun. Bu evren sizi evreniniz. Roman ya da hikâye mi yazmak istiyorsunuz. Hemen sâdece size âit olan figürleri yani kişileri hayâl edin. Bu konuda yazılmış kitaplardan da faydalanabilirsiniz. Ama unutmayın; bu konuda önemli üç kitap var: 1) İnsanın kitabı. 2) Evrenin kitabı 3)... ve sizin yazacağınız kitap.
Mehmet Can Doğan: “Üç kitap”tan yazarın öncelikle bir okur olduğu sonucu çıkıyor. Burada, “doğru” ve “yanlış” okumalar vardır herhâlde. Bu okumalar, yazarın kendi yazdıklarına yöneliktir denilebilir mi?
Mehmet Önal:Her kitabın ilk ve çok sağlam okuyucusu o kitabın yazarıdır; ancak her yazar, kendi kitabının subjektif bir hayrânıdır. Bu yüzden sizin kitabınızı başkaları okumalı.
Dünya kitabının yazarını hayâl edin. Sizin yanı başınızda o. Ona güvenin. O sizin ikinci benliğinizdir. Hani şu her an hissedilen ama bir türlü görünmeyen, görülemeyen bir kuvvet vardır ya.. işte o. Onu içinizde hissedin ve sonra karar verin: Yazdıkça özel hayatım düzene giriyor.
Geçim derdinin asgarî düzeyde de olsa karşılanması gerekir. En azından siz zorunlu ihtiyaçlarınızı temin edecek bir kazanca veya aile yardımına ulaşmış olmalısınız. Eğer sizin kitabınız öncelikle size doğal gelmezse başkaları için doğallık mesajları gönderemeyecektir. Unutmayın, sizin kıymet verdiğiniz bir kitaba başkaları kıymet vermeyebilir. İlk kitabınızı yazmadan evvel küçük metinler meydana getirin.
Bir metni bir kere değil, en az üç kere yazın. Yazarken ilk heyecan dalgası geçtikten sonra her kelime grubunun alternatifini oluşturun. Sizce birer sayfalık metinler bittikten sonra her metinden kelime atmaya başlayın. İkinci derece, üçüncü derece ve dördüncü derece ve diğer dereceler. Sizce gereksiz kelimeleri atın. Atıldıktan sonra cümlede anlam kaybı olmuyorsa, o kelime lüzumsuz demektir.
Bir kaç sayfalık bir metin oluştu mu? Sizce bu metin devam etmeli yoksa artık bitti mi? Devam edecekse edebî türü belirleyin. Deneme mi olacak makale mi olacak?... Hikâye mi, roman mı, tiyatro mu, şiir mi... Sizce bu metnin türü nedir? Ben bunu bilmiyorum. O hâlde şu soruyu sormalı: O türe ait bilgim var mı? Sizce o türün geleneksel özellikleri mi devam etmeli yoksa türe yeni özellikler mi girmeli? Yeni şeyler bekleniyorsa eski bilgilerin bir kısmını edinmek gerekecektir. Eski bilgileri almanın en emin yolu bu türde okunacak kitaplara ulaşmaktır ve diğer kaynaklara... Eğer metin size bir lezzet vermişse o metin yayınlanabilir demektir; yazdığınız metni siz sevmedi iseniz sakın yayınlamayın. Sonra çok üzülebilirsiniz. Metni başka biri okumalı. Sizin güvendiğiniz biri olmalı. Yazar yaralı ceylan... Yusuf’un kuyusundan, bir damla su alan karınca... İbrâhim’in ateşini söndürecek, kendi karârınca... Hangisi yaralı ceylan? Yazar, Yusuf, İbrâhim, karınca... Yusuf kim, İbrâhim kim? Yazar kim? Yazarlık, geniş birikim istiyor. Farklı ilgi merkezleri beslenmeli ama bunlar sun’î olmamalı. Özenti değil, içerde hissedilmeli; ateş, önce yazarı yakmalı sonra okuyucuyu... Kıvılcım, yakmazsa ömrü bir andır; yakarsa ateş... Sayıklama bunlar. Sayıklamadan, yakazadan kurtulmalı. Önce sayıklamalı, sonra kurtulmalı. Ve yazmalı.
Mehmet Can Doğan: Edebiyat bilimi ve edebiyat eğitimi hakkında bir kitap yayımladınız. Sizce bu eserde dikkat edilmesi gereken şey nedir; bu çalışma, hangi kaygıların ürünü? Sanatın ve özellikle edebiyatın eğitiminde karşılaştığımız güçlükler hakkında neler söyleyebiliriz?
Mehmet Önal: En Uzun Asrın Hikâyesi, Yeni Türk Edebiyatı’nın teorik meselelerini ele alan araştırmanın ilk cildidir. Bu kitapta, edebiyat kavramının tanımından başlamak üzere, edebiyat sanatının ve edebiyat araştırmalarının özelliklerinden yola çıkarak bunlara âit yeni yorumlardan bahsetmeye çalıştım. Son iki asrın bâzı dönemlerini, birbirinin devâmı olarak düşünmekten başka, birbirini tekrar eden zaman dilimleri olarak ele alınmalı. Bu kronolojik süreçte, metot çalışmaları, söz konusu alanı nazarî olarak değerlendirmenin yanı sıra, kavramlar üzerinde düşünmek ve onlara yeni transfer imkânları kazandırmak gibi işlevleri de yerine getirmeli. Dikkatimizi çeken bir başka şey de, edebiyat eğitiminde amaç, mâhiyet ve fonksiyon kavramlarının yerine işâret etmek gerekliliğidir. Hiç şüphesiz, sınırlandırılmış bilgi ve tanımlanmış beceri, kendi sahasının dışındaki alanlarla entegre olmalı ve hayata açılmalıdır. Bu kitapta, edebiyat alanının sosyal hayata açılma yolları tartışıldı; edebiyat ve iletişim kavramları, bir ortak noktada toplanmalıydı ve bu konuda çeşitli teoriler geliştirilmeliydi. Hepsini yapabildik mi bilmem ama bir ihtiyacın giderildiğini söyleyebilirim.
Edebiyat eğitiminde karşılaşılan güçlükleri üç gruba bölmek mümkün: Teori, Araştırma ve Uygulama... Edebiyat eğitiminin öğretmen, öğrenci, kurumlar ve malzeme olarak ayrıca ele alınması gerekli.
Mehmet Can Doğan: Edebiyat eğitiminin içinde yer alan biri olarak bu eğitimin işlevi, amacı hakkında söyleyecekleriniz olmalı... Edebiyat eğitimi neye yarıyor? Ülkedeki edebiyat kültürüne katkısı nedir bu eğitimin? Edebiyat fakülteleri bu noktada sosyal hayatın içinde bir edebiyat eğitimi veriyorlar mı?
Mehmet Önal: Bir çırpıda dört beş soru birden sordunuz. Hepsine cevap vermek zor ama bir kenarından başlamak isterim. İnsan, sanat, edebiyat ve hayat... Sanatın işlevi, bu kavramlardan çıkabilir. Sosyal hayatta edebî eserin özellikleri bilinmez ama sezilir. İnsan ve kelime ilişkisi ; sanat ve yazı ilişkisi; kurulabilirse ; amaç, mâhiyet ve fonksiyon için bir şeyler söylenebilir.
Bu noktada yayınlanmış bir yazımdan hareket ederek bilgi vermek istiyorum: Bir çok kaynağa baktığımızda edebiyat alanının bilim olamayacağını, onun bir sanat dalı olduğunu; eğer ille de bilimsel bir özellik bulunacaksa, bunun edebiyat bilimi terkibinde değil, edebiyat araştırması ifadesinde aranması lazım geldiğini veya benzeri iddialar okuruz. Bir sanat dalı olan edebiyatın estetik yorumları ve öznel tavırları dikkate alındığında, bu iddialar mesnetsiz kalır. Edebiyatın bir bilim dalı vasfıyla nitelendirilmesi, bir bakıma yanlıştır ama; bir mecbûriyettir. Sanat deyince üniversitelerde yanlış anlaşılıyor.
Dikkat ederseniz mâhiyet anlayışı çok önemlidir. Siz edebiyatın mâhiyetine nasıl yaklaşırsanız, fonksiyonuna da öyle yaklaşmak zorunda kalırsınız.
Edebiyat eğitimi, yeri geldikçe, fen bilimlerinin (analiz ve sentez gibi) metotlarını da dikkate alır; ayrıca, hem âlet ilimlerinin hem de sosyal bilimlerin metot ve tekniklerini kullanır. Karşılaştığı edebî eserlere göre yeni teknikler belirler; edebî eserleri birbirlerine göre değerlendirir; çağı, nesli ve türü içindeki yerini inceler; edebiyatın konusunu, amacını, fonksiyonunu, mâhiyetini, tekniğini ve bunlara benzer özelliklerini araştırır; verileri tetkik eder, geneller, özelleştirir; istinâî kurallar oluşturur, bazen kurallardan uzaklaşır, kimi zaman bir sonuca bağlamaya çalışır ve bir obje olarak kabul ettiği edebî eseri anlamaya ve anlatmaya yönelir.
Biz edebiyat eğitimi mi yapıyoruz yoksa öğretmen mi yetiştiriyoruz? Türk eğitim politikasında bunun cevabı verilmelidir.
Okunan edebî eserdeki izlenimleri, sanatın öznel yapısını reddetmemek şartıyla, şahsîlikten kurtarmak ve mümkünse bir metoda bağlayarak incelemek, edebiyat biliminin işlevindeki temel sınırları çizer. Ayrıca, edebî eser karşısında sistemli bir düşünme ve araştırma geleneği oluşturmak da, edebiyat bilimi için arzulanan şeylerin başında gelir. Bu yapılırken, bir bilim dalının sınıflandırılmasında beliren farklı bakış açıları, öncekilerin ortaya koyduğu gruplandırmaları zenginleştirebilir, detaylandırabilir.
Gerek dünyâda ve gerekse ülkemizde, sanat ile bilim kavramlarının imtizâcı, her zaman mümkün olamamaktadır ama sanat eserlerini ilmî metotlarla incelemek üzere, çeşitli yolların olabileceği kabul edilmiştir.
Sanatın estetik yapısı, bir bakıma serâzâd tavırlara müsaade ediyor gibi görünebilir. Bir sanat eseri yazılırken, buna hak verdirecek emâreler çoktur. Belki de insan; sanatçı-şâir-dehâ gibi sıfatları ile sanat eseri arasında ilgiler kurmaya çok müsâit olan muhayyilesini, zevk ikliminde bir disipline tâbi tutmak istemez. Böyle olunca da içinde bulunduğu ruh hâlini, esere akacak çağrışımlarla yönlendirir. Bize düşen, onun eserini incelemektir.
Bazı sanatçılara göre, sanat eseri incelenirken, sanatçının ruh hâli sezilemezse; sanat eserinin çağrışımları kaybolur; temel ihsas sahalarının farkına varılmadan yapılan bir inceleme, eserin geri plânını kapatır ve sanatçının hiç istemediği bir olumsuz netice cümlesi ile eser mahkûm edilir; zâten onlara göre, sanat eseri de incelemek için değil, duyulmak için, yaşanmak içindir. Ahmet Haşim, bu görüştedir.
Edebiyatın mâhiyetinden anlaşıldığı üzere, estetik bir obje olan edebî metin, subjektif de olsa bir sistemle incelenmelidir. Edebî eseri ortaya çıkaran sanatçı mizaçlar, anlaşılmayı ve kendi öznel tercihlerindeki içtihatlarıyla çözülmeyi beklemektedir; milletimiz, irfânın ve medeniyetlerin kurucularından olan sanatkârlarını tanımak ve onlara sahip çıkmayı arzu etmektedir; ve nihâyet, edebiyat eğitiminde, edebî metne akseden birikimler, bütün insanların evrensel boyuttaki ilgilerini akla getirmektedir.
Mehmet Can Doğan: Bir edebî eserin incelenmesinde farklı yaklaşımlar olduğu biliniyor. Size göre eser incelemesinde nasıl bir yol izlenmelidir? Bir eserin farklı yöntemlerle yeni okumalara konu veya malzeme olduğu görülüyor. Bütün bu okumalar, okur için ne ifade eder, ne ifade etmesi gerekir? Okurun, edebiyat meraklısının bunlardan alması, edinmesi gereken bilgiler var mıdır; varsa, bunlar nelerdir?
Mehmet Önal: Bu birikimler, “edebiyat bilimi” nin içinde kabul edilen, subjektif tarafı da olmakla birlikte “objektif” kelimesinde tekâmülü bekleyen metotlarla incelenmektedir. Ortaya çıkan sonuçlar, istenilen alanlarda kullanılabilir. Edebî eserde ortaya çıkan duygu platformu; insanoğlunun her asırda az veya çok değişikliğe uğramış ilgi merkezlerini, bir subjektif yansımayla verebilir. Eser için yapılan tespitler, bir bakıma o eserin sanatkârına âit bir çözümlemeyi ifâde eder ama aynı zamanda, insanoğlunun ruh ufuklarına dâir bir fikir verir. Yeter ki, kelimelerin temsil ettiği mânâlara ulaşabilelim; sanat eserinin itibârî dünyâsına gidebilelim; bu sâyede, edebiyat eğitimi için, bilimsel metotları kullanabilmeyi tecrübe etmiş olalım.
Mânâlarına nüfûz etmek istediğimiz edebî eserde motif, sembol, imaj, mazmûn ve hattâ mecaz ve istiâre kavramlarına âit özel tercihler incelenirken, onun estetik yapısını ve fikir dünyâsını, kendi içindeki bütünlüğü ile anlayabiliriz. Temsil gücü bakımından, kullanılan ifâdenin hem gerçek anlamına, hem de yukarıdaki kavramlara isnad eden anlamlarına ulaşmalıyız. Günümüzde, sanat eserinin muhatabıyla olan estetik mesâfeleri tam olarak çözülemediği gibi; kelimelerin, motif, imaj, sembol, mazmûn... gibi anlam koridorları, henüz birbirinden kesin farklarla ayrılıp çözülememiştir. Bu gibi kavramların tanımları elimizdedir ama örnekler göstermiştir ki, bir sembol aynı zamanda mazmûn olabilmekte; bir mecâzî ifâde, teşbih diye kullanılmakta veya nesirde çok sık tekrar edilen bir kelime temel motif sayılmaktadır.
Bu türden motifler taşıyan binlerce eserimiz var.. bunlar mukayeseli bir şekilde incelenmemiştir. Türk edebiyatı, binlerce kilometrekarelik geniş bir coğrafya, bir bütün olarak ele alınamamıştır. Yazma eserlerimizin okunup yayınlanması şöyle dursun, arşivlerimizdeki yazmaların daha tam bir kataloğu bile yoktur.
Mehmet Can Doğan: Eleştirinin edebiyata, eseri üzerinde durulan yazara bir katkısı var mıdır? Okurun yönlendirilmesinde eleştiri nasıl bir rol üstlenir?
Mehmet Önal: Münekkit, edebî eseri kıymetlendirir. Sistematik bilgi ne tür gelişmelere sebep olur? Bu soruyu biz soramıyoruz. Eleştirmen sorar... Edebî metinlerin bir sistem içinde incelenmesi, öncelikle uzmanlar arasında müşterek hedefler teşekkül ettirebilirse, yeni transfer basamakları gelişecektir. Eleştirmen, bu uzmanlardan biri olmalı.. Tenkit edici tavır bence iyi değil ama, sanırım siz de hatâları ifşâ etmekten ziyâde objektif değerlendirmeyi kastediyorsunuz. Eleştirmenin değerlendirmeleri çok önemlidir. Elde edilen bilgiler; estetik, eğitim, iletişim.. gibi birçok farklı uygulama alanlarında kullanılabilecektir. Bu durum, hem sanatçıya ve hem de eserle muhatap olan insana kuvvet verecek; aynı zamanda, milletimizin birlik ve berâberliğine ve bunun yanında dünyâ barışına âit fikirler üretmemize de sebep olacaktır. Bunu her okuyucu, yapamayabilir.
Bir ülke içindeki aydınların, sanat ve edebiyat yoluyla yapabileceği hizmetler, saymakla tükenmez. Bilim, faydası açısından düşünüldüğü zaman, medeniyet hazinesinin alternatifsiz bir muhitidir; sanat ise, bu hazinenin en kıymetli mücevheri... Edebiyat bilimi, sadece eseri değil, insanı da arayan bir ışık... Yakın zamanlara kadar, öncelikle bir sanat dalı olarak ele alınan edebiyat sahasının, başka alanlara nasıl transfer edileceği, meselâ eğitim amacıyla nasıl değerlendirileceği, iletişim sahasına nasıl aktarılacağı, sosyolojik veya psikolojik alanlarda nasıl kullanılacağı, değişik kültür atmosferlerinde sanat ve edebiyat yoluyla müştereklerin nasıl sağlanacağı; oryantalistik, sümeroloji, altaistik gibi ilgi alanlarının, hangi amaçlarla değerlendirildiği gibi meseleler, edebiyat biliminin ilgi alanlarında olmalıdır.
Acaba edebiyat bilimi olarak adlandırılan saha, hangi amaçlara, ölçütlere, verilere... göre sınıflandırılıyor.. Edebiyat Bilimi içinde edebiyat teorisi (nazariyâtı), edebiyat târihi, edebî tenkit, edebiyat sosyolojisi, mukayeseli edebiyat, edebiyat eğitimi gibi alt dallar var. Bunlara, edebiyat ve iletişim, edebiyat psikolojisi, edebiyat felsefesi gibi çalışma sahaları da eklenebilir veya bunlar, mevcut sistem içinde öne çıkarılabilir.
Mehmet Can Doğan: “Edebiyat eğitimi” sözünden ne anlıyorsunuz? Bu eğitimin bir edebî eseri kavramada, anlamada etkisi, sınırları nelerdir? Edebiyat eğitimi, edebî eser yazmayı mı öğretecektir yoksa edebî metinleri incelemeyi mi? Eleştirel bir bakış kazanmak, kazandırmak noktasında edebiyat eğitimini olmazsa olmaz bir terbiye şeklinde niteleyebilir miyiz? Bu eğitimin varlığı kadar uygulaması da başlı başına bir sorun olarak durmuyor mu?
Mehmet Önal: Aslında her şey bir okuldur; eğitim, talim ve terbiye kavramları, sanat eğitimi esnasında farklı çağrışımlara sebep olmaktadır. Bilhassa “edebiyat” ve “edebiyat eğitimi” konularıyla ilgilenen bizler için edebiyat eğitimi kavramı çeşitli açılardan yorumlanmalı.
Belki de edebiyat eğitimi denilince, iyi bir edebiyat öğretmeni nasıl olunur sorusunun cevapları aranmalıdır... Edebiyat eğitiminin estetik ve didaktik yönleri, edebiyat sanatı gibi, eğitimin de bir sanat olabileceğini hissettirir. Edebiyat biliminin bir alt dalı olarak düşünülen edebiyat eğitiminin, edebiyatı öğretmek gibi bir temel işlevi olmalıdır.
Sanat, meşk ederken, yaşarken öğrenilir. Bunun mâhiyeti, sınırları, ölçüleri... araştırmalarla tespit edilmelidir. İster sanat eğitimi verelim istersek sanatı inceleyen bir eğitim programı takip edelim, her iki halde de edebiyat sanatının mahiyetinden hareket etmeliyiz.
Bu mesele, edebî metnin özelliklerinden yola çıkılarak belirlenebilir. Eğitimdeki amaçlar, hedefler, metotlar ise, mahiyeti ile birlikte edebiyatın fonksiyonuna bakılarak anlaşılabilir. Edebiyatın fonksiyonu edebî eserin okunmasıyla ortaya çıkar.
Öncelikle edebiyat eğitiminde, kim eğitilecek, niçin eğitilecek, nasıl eğitilecek; kim eğitecek, edebiyat eğitimini kimler nasıl yönetecek, eğitim nasıl olacak, edebiyat eğitimi nasıl örgütlenecek, edebiyat eğitimini kimler destekleyecek, edebiyat eğitimi nasıl yenileştirilecek gibi sorular sorularak edebiyat eğitiminin teorisi belirlenmeli; bununla ilgili araştırmalar yapılmalı ve üçüncü olarak da uygulama önerileri tespit edilmelidir... tıpkı genel edebiyat biliminde yapıldığı gibi edebiyat eğitiminin ve edebiyat öğretiminin alanı belirlenmeli, sınırı tespit edilmeli; terimleri tanımlanmalı ve metotları oluşturulmalıdır.
Ülkemizde, edebiyat eğitiminin felsefî, psikolojik, toplumsal ve ekonomik yönden nasıl yorumlanacağı, bu hususta nasıl fikir üretileceği henüz sistemleşmemiştir. Edebiyat eğitiminin din, felsefe, tasavvuf gibi kaynaklardan nasıl yararlanacağı; edebî metin ile psikolojik yapının edebiyat eğitimindeki mesafesinin ne olacağı; edebiyat eğitimi ile cemiyet arasındaki etkileşim konusunda ne gibi araştırmaların yapılacağı; ilk öğretimden başlamak üzere edebiyat eğitiminin hedefleri doğrultusunda ekonomik ölçüleri belirleyecek bir alan çalışmasının hangi ölçütleri taşıyacağı henüz kesin sınırları ile bir plâna, programa bağlanabilmiş değildir. Belki de bu noktada, teorik meseleler; hedef, amaç ve alan sınırı detaylarında değerlendirilerek yorumlanmalıdır.
Okuma yazma problemi çözülmeden; okumanın ve yazmanın bir zevk olduğu fikri yaygınlaşmadan, buna ait sosyal ve psikolojik zeminler hazırlanmadan edebiyat eğitiminin sağlıklı olabileceği herhalde söylenemez.
Edebiyat eğitiminin ve öğretiminin değil, Türkiye’deki eğitim problemlerinin söz konusu olacağı bir genel fikir üretimi yapmaktansa, bu noktadan itibâren edebiyat eğitimini bazı temel açılarla incelemenin yararlı olduğuna inanıyoruz. Teori, araştırma ve uygulama.. İşte üç temel nokta.
Mehmet Can Doğan: Yazarlık ile edebiyat eğitimi arasında yeniden bir bağ kurulsa... genç yazarlar için yeni ufuklar aransa...
Mehmet Önal: Bu zor bir iş ama o nispette zevkli... Bir yazar, ifâde etme yollarını, ifâdede birikim meselesini; konu, kavramlar, mesaj, bakış açısı, üslûp.. gibi temel değerleri öğrenmelidir. Benim tekliflerimden biri de edebiyat ve iletişim kavramlarını birlikte düşünmektir. Edebiyat ve iletişimin pek çok müştereği vardır. Bir yazar “Medya Tanımları”ndan haberdar olmalıdır. Okuryazarlıktan, medya okuryazarlığına geçmelidir. Edebiyat ve iletişim araçlarını birlikte değerlendirmelidir. Varak, kitap, cönk, defter.. bir tarafta mecmûa, gazete, radyo, sinema, televizyon, bilgisayar diğer tarafta. Sonra oturup sormalı: Metin veya senaryo, nasıl bir uyarıcıdır? Edebî metin nasıl bir şeydir? Sahi, metin nedir? : Her türlü uyarıcı... Kelimelerle anlatılan her şey.. Senaryo nedir? Metin yazarlığı nedir? Bu sorulardan sonra doğal ortamlar: Siz yazmalı mısınız? Soru evet ise bir kompozisyon oluşturmak nedir, sorusu.. Sonra da şu basamaklar: Tür’lerle ilgili bakış açıları kazanmak; fonksiyonu belirlemek; yetersizliklerin, eksiklerin tespiti; geçici plân yapmak; verileri, motiflerin belirlenmek; fazla olanların çıkarılması; yazma aşaması ve uygulamalı plân.. bütünü gözden geçirme... Kitap sırasıyla bunlar doğru da her zaman uygulanası değil. Herhâlde kendimize mühlet vermeliyiz. Siz ne tür metinler yazmak İstiyorsunuz? Makāle, deneme, şiir, hikâye, sohbet, reklâm metinleri, film senaryoları, haber metinleri.. Bunlardan başka: Anlatı, duvar yazısı, bilimkurgu... Hayır hayır!.. daha yeni bir şey... duygularımı ifâde edecek... İşte edebiyat bunun gibi bir şey.
Mehmet Can Doğan: Teknik özellikler yanında insanın içinden gelen ve okur insanı da içinden yakalayan bir edebiyat tasarlandığını düşünüyorum. Böyle bir edebiyat anlayışından ortaya çıkan edebî eser, evreni, hayatı, dünyayı, insanı gözleyen, anlamaya çalışan bir bilinci gerektiriyor sanırım.
Mehmet Önal: Bu bilinç, ayrıntıyı verecek. Öyle bir ayrıntı ki; teferrûdan başlayacak; tafsîlât, detay; öncelik sıralamasında geride kalan şey; fasıllar, mufassal konular, mütemmim cüzler, hey’et-i umûmiyye, aksesuar, garnitür, ayırma, incelik, enstrüman, araç, ayrıntı dosyaları.. hepsi hepsi girecek. Sosyal hayatta ayrıntı görülecek. Günlük hayattaki ayrıntılar ile kurulan ilgi zeminleri, oluşan mesâfeler... Sosyal çevre, tabiî çevre, siyâsî çevre, soyut veya itibârî çevre anlayışı.. işte ayrıntı aksesuarları: tesbih, anahtar, araba anahtarı, kalem, bozuk para, yüzük, saat, yüzük, bilezik, oje, telefon, portföy...
Şimdi söylemek istiyorum: Medeniyet teferruat üzerine yükselir. İlim, tafsilâtlı çalışma ister. Sanat, parçalardan oluşur; parçalar, bütünün emrindedir. Vatandaş, “bütün” le, ihtiyaç noktasında ilgilenir. Esas önemlidir; ama, usûl, esâsı bozar.
Heyecan önemlidir: Gerçek anlam, temel anlam, genel anlam, mecaz anlam, yan anlam, inas, terim anlam, argo, eş anlam, yakın anlam, uzak anlam, zıt anlam, anlamda aktarmalar, deyimler, ata sözleri, vecizeler, kelâm-ı kibarlar, duvar yazıları, sosyal, siyâsî sloganlar, kelime grupları, tamlamalar, ikilemeler, birleşik kelimeler, çağrışımlar, imajlar, mazmunlar ve semboller.. hepsi hepsi tamam ama ben heyecan ortamından çıkmışım. Hesap başlamış. Ticaret girmiş araya ve sanat bitmiş.
Mehmet Can Doğan: Böyle bir edebiyat dünyasında/piyasasında, yazdığınız hikâyeleri, romanları nereye koyuyorsunuz?Romanlardan hareket edelim: "Şeffaf Kanatlı Zaman"da, "Ömrün Özeti Birgün"de ve "Efsâne"de yakalanan ayrıntılar, heyecanlar öncelikle size neler söylüyor. Bu romanların okura neler söylemesini isterdiniz? Efsâne nedir, sorusunu belki de cevapladınız ama ilk iki romanda, gergin bir atmosfer vardı, "Efsâne"de hem atmosfer, hem de anlatım daha bir rahatladı, yanılıyor muyum?
Mehmet Önal: Yazdığım kitapları, yağmurun yağışına benzetiyorum. Tabiî bir akış olmalı.. Yapabildim mi bilmem. Olmazsa olmaz. Yazılmalıydı, başka çâre yoktu. Aşkı ifşâ aşkı bitirse de.. yazılmalı. Nefes almak için; kendimi insanlara arz etmek için;... asırlardır söylenen şu tenezzülü anlamak için.. Kitap piyasasında kendimi, kendi hâlinde bir yazar olarak görüyorum. Binlerce terziden, binlerce marangozdan biri.. Aslında sizin dediğiniz gibi bir yer aramadım. Allah nasip etti. Ben de yazdım. Efsâne gelene kadar içimde müdhiş gerilimler vardı. Bu doğru. Efsâne beni hayata bağladı, diyebilirim. Yazı hayatına.. Bitmişti bazı şeyler, öyle bir çâresizlik ki, yılanlarını kaybetmiş bir yılan çobanı... Ne yaparım Efsâne olmazsa? Bir rahatlama, bir ufuk ve açılım. Bunu söyleyebilirim.
Mehmet Can Doğan: Sonradan hikâyeler de yazan romancı bir arkadaşım, bir romanındaki bazı durumları hikâye formunda yeniden yazdı. "Orada bunları çok kolay geçmiş, harcamışım." dedi. Roman ile hikâyenin imkânlarını düşününce bu tavır bana ilginç olduğu kadar anlamlı görünüyor. "Çemberimde Gül Oya" ile "Kafdağına Kar Yağıyor"daki hikâyeleri yazarken "Bunların her birinden bir roman çıkar" diye düşündüğünüz oldu mu?
Mehmet Önal: Her hikâyeden, her cümleden, her kelimeden.. her harften bir roman çıkabilir. Elif’in Romanı... Acaba biz hangi harfe benzeriz? Bizim romanımız. Alfabede çok harf var. Birini bulmalı. Bazı hikâyelerim roman oluyor, sonradan. Her hikâye roman olabilir. Kim yazarsa yazsın. Bir ustanın hikâyesini okuyup da, bundan ne güzel bir roman olur dediğim de olmuştur. İşte sanat bu. Yazar hikâye yazıyor. Okuyucu, onu roman olarak düşünüyor. Bir kelime bir harf.. İşte roman.
Mehmet Can Doğan: "Çemberimde Gül Oya"daki hikâyeler, tahkiyeli eserler yazan birinin biraz rahatlamak için yazdığı metinler gibiydi. "Kafdağına Kar Yağıyor"dakiler ise, kitap bütünlüğüne ulaşması düşünülen hikâyeler gibi görünüyor. İlk kitaptaki hikâyeler, hayat ile, toplum ile daha bir sıkıştırılmışken ikincidekiler kendi dünyaları ile varlık buluyorlar. Bu bir gelişme midir yoksa yer değiştirme mi?
Mehmet Önal: Kafdağına Kar Yağıyor kitabı, Efsâne’nin izinde yürüdükten sonra geldiğim nokta. Her hikâyeyi birleştirmek istedim. Efsâne’nin yörüngesinden çıktıktan sonra, kar yağdı dağlara. Bir yer değiştirme değil. Hâl’in ifşâsı. Belki de saklamak gerekir. Yahut transfer etmek.. Sakla bakalım. Kim saklayacak? Anlat bakalım. Kim anlatacak? Başka şeyler olmalıydı. Kitap yazarken hesap içinde olmuyorum. Nasıl görünüyorsa öylece anlatıyorum. Bazan hatâ oluşuyor. Teknik, târih, popülizm, sanat, felsefe, tasavvuf, teori ve uygulama.. herşey birbirine giriyor. Çözebildiklerimi anlatıyorum. Gelişme mi gerileme mi, bunu bilmiyorum. Eskiye nazaran edebiyatı daha iyi anladığımı zannediyorum. Okuyucularımın beklentilerine cevap vermeye çalışmak gibi bir sorumluluğu hep içimde duyuyorum ama hesap, plân falan.. böyle değil. Tabiî olarak, onları düşünerek, onlarla irtibat kurarak... Hattâ her bir okuyucumu benim kitabımın yazarı kabul ederek.. Kendiliğinden olan bir şey... Böyle işte...
Mehmet Can Doğan: Çok teşekkür ederiz, efendim.
Mehmet Can Doğan: Bu sözlerinizden ilhâma inandığınızı çıkarıyorum. İlhamı çağıran, hazırlayan bir süreç olmalı. Belki mizaç bu çağrıyı gerçekleştiriyordur; ama, işlenmemiş mizâca ilham uğramaz sanırım.
Mehmet Önal: İlham sorusu ise mâlûmdur: Sanat bir mizaç ve ortam meselesi.. Bu, başlangıç için gerekli. Birikim ise, kıpırtıların esere dönüşmesi için gerekli. Sanatkâr mizaç varsa eğer, ilham müteharrik bir unsur. Sanattan başka endişeler varsa, bize gelen ilham değil, başka bir şey... Sanatkârlık olmadan, yaşamadan, yanmadan gelen ilhamla bir iki kalem denemesi yapılabilir. Zorlamadır bu. Bence, ilham beklenmemeli. İlhamdan evvel çalışmak gerekli. Çok çalışmak. Çalışmak için ise istemek.. Bu isteğin bir başka adı, ilham.. Bol bol yazmak ve okumak. Çok mesâî isteyen bir meşgale. Çalışmak için masa başına oturmayan adama ilham gelir mi bilmem. Çok çalışmak, ilhamı dâvet eder.
Mehmet Can Doğan: Bu işin ustaları var galiba. Sizin de ustalarınız olmuştur muhakkak. Edebiyatta ustalık neye karşılık geliyor? Anladığım kadarı ile ustalara çırak olmak, size gurur veriyor. Çırağın ustalaştığı yer neresidir peki? Bu usta-çırak ilişkisinin hep yararlarından söz edilmiştir; zararları da var mıdır acaba? Yazıdaki, edebiyattaki ustalarınızı bu bakış ile hatırlarsanız neler söylersiniz?
Mehmet Önal: Ustalar... Ustasız, üstadsız sanat olmaz. Her çırağın, her kalfanın ve nihâyet her ustanın derûnunda bir prototip üstad var. Bunun dışında dünyasına girebildiğimiz diğer üstadlar, ustalar...
Benim de ustam ve ustalarım var tabiî.. En önce varlıklar âlemi.. sonra, Cemil Meriç’i saymalıyım. Denemelerini okurken hem roman, hem şiir hazzı duyarsınız. Öfkeyi, sevgiyi, bilgiyi tanırsınız. Cemil Meriç tekrar tekrar keşfedilmesi gereken bir yazar.
Peyami Safa, romanda; Mustafa Kutlu, tahkiyede ustamdır... Nasıl marangoz masa yapar, dolap yapar veya halıcı halı dokur... Bir bakıma ben de aynı şeyi yapmalıydım. Edebiyatçıyım ve edebî eser yazmaya gayret ettim. Onun nasıl ve nice olduğuna okuyucular karar verir. Yahut belirli bir karar da değil. Severek okuyorsa, işte karar odur. Her bir şeyin alıcısı var. Bizi de koyarlar bir kaba. Ben ustalardan böyle gördüm.
...âilem, arkadaşlarım, meslektaşlarım ve nihâyet öğrencilerim... Yerine göre hepsi bana üstadlık yaptılar. Uçan kuş, akan su... Sevdiğim yemekler, içtiğim sigara, kullandığım otomobil.. Cam kırığının el kesmesi.. Elden mi akar o kan yoksa ciğerden mi? Yani sıradışı ustalar.. Bir bakış, bir iç çekiş, ansızın sigaraya gelen zam.. Banka dekontlarına bibliyografik künye fişi gibi not almalar.. Hayatın içinde geri plândaki ustalar..
Dostoyevski, Kafka, Çehov, Camus.. onların bazı kitaplarını okudum. Heyecanlandım. Andre Gide, Tolstoy, Gogol... Yenilerden Marküez.. Sonra Simyacı’nın yazarı.. Montaigne, Alain iyi denemeciler.. Ahmet Haşim, Cahit Sıtkı, Şeyh Gâlib, Fuzûlî, Neşâtî.. gibi bağrı yanık yakası kavruk şâirler.. İsmet Özel gibi esrarlı mısra ustaları.. Hilmi Yavuz gibi geleneği bir başka aynada seyredenler.. Bunlar usta mı yoksa okunanlar mı, ne diyeceğiz bilmem. Bir de Bostan ve Gülistan gibi, Leylâ vü Mecnûn gibi, Hüsn ü Aşk gibi eserleri ve onların sanatkârlarını söylemeliyim. Ama bunlar ilk ayna değil. Geri plânda. Karıştırıldıkça ortaya çıkan değerler. Atsız’ın Güntülü’sü, Biz İnsanların Vedia’sı ilk gençlik yıllarımın aşkları.. Bunlar da ustamdır.
Mehmet Can Doğan: Son zamanlarda edebî eserlerde, özellikle romanda, 'kurgu’nun öne çıktığından bahsediliyor ve bu eserlerde açık açık görülüyor. Bu bence benzerliğe, anonimliğe giden bir tehlikeli yol. Diğer teknik unsurlara göre kurgunun öne çıkması hakkında ne söylersiniz? Sizce, zamanımızda türler teorisi, yeni boyutlar mı kazanıyor? Bu, net bir kazanç mıdır, yoksa benim işaret ettiğim gibi, içinde tehlikeler de barındıran bir süreç midir?
Mehmet Önal: Edebî Türler Teorisi, sözlü gelenekten zamanımıza gelene kadar türleri gruplandırmaya çalışan araştırıcıları yakından ilgilendirir. “Sınıflandırma” ve “Türlerin Menşei” hakkındaki çalışmalar, bilim felsefesinin sahası olmakla birlikte, hemen bütün dallarda taraftar bulan bir çalışma sahasıdır. Okuyucularımız, doğu geleneğindeki anasır-ı erbaa terimiyle yapılmış olan tasnifleri hatırlayacaklardır. Ve on dokuzuncu asrı, hattâ yirminci asrın son çeyreğine kadar ilim âlemini alt üst eden Darwin’in sınıflaması, bu sınıflamanın bütün alanlara getirdiği önyargılar, yanlış yönlendirmenin boyutlarını düşündürür. Bilimler arası ve metinler arası ilişkiler kuramı açısından yahut alanlar üstü yöntemler bakımından, bir birikimi bir başka sahaya transfer etmenin çağı kabul edilen yirminci asır, edebiyatta da yankısını göstermiştir. Öyle bir tür gelişmiştir ki, onun adı hâlâ romandır ama o, bir “anlatı” serbestliği içinde bütün edebî türleri ihtivâ eden bir yapıya ulaşmıştır. Bu yapının orijinâl tarafı, k u r g u tekniğidir.
Kompleks anlatım tutumlarıyla, girift takdim şekilleriyle ve teorinin sınırlarını çok çok aşan kurgusal örgü zemîni ile öyle üslûplar gelişmiştir ki, “Ah monşer, dünyayı edebiyat eserleri idâre ediyor.” diyen Servet-i Fünûn geleneğini ve “Dünya yeni bir dine girdi.” diyen üstadların hükümlerini, bir acaba’nın eşiğinde düşündürecek örneklerle karşılaşılmıştır.
Roman, kurgu boyutuyla, hayatın kurgusunu teslim ve tâlim eden bir fonksiyona ulaşma çabalarını sergilemektedir. Gelişmiş ülkelerin fizibiliteleri ve az gelişmiş ülke senaryoları, romana çok şey borçludur. Dünyayı romanlar idâre etmiyor ama kurgunun gücüne inanan devlet adamları, bürokratlarına kendi çapında siyâsî romanlar yazdırıp devlet idâre etmek istiyorlar. Buna örnek arayanlar, ülkelerin “Orta-Doğu Senaryoları”na veya Devlet Plânlama Teşkilâtında’ki GAP Master Plânları’na bir göz atsınlar.
Rahmetli Hacı Taşan’ın “Percereden bakıyo / Roman almış okuyo” diyerek oyun havasına malzeme yaptığı roman türü, günlük hayatta alay’a bile alınır. Üniversitelerin edebiyat fakülteleri kürsülerinde “Romanı şiiri bırak, derslerine bak!” uyarısı da, aynı alayın bir başka zemindeki ifâdesidir. Gençler, iç dünyalarını roman ile tanımaya çalışsınlar ve devletler geleceklerinin bir kısım hayâtî tedbirlerini kurgu tekniğine bağlasınlar, hiç önemli değil. Asıl değerlendirilmesi gereken yerde, roman ve şiir yoktur, yani kurgu yoktur; romancı, edebiyat tarihindedir. Kimse, hayatta olan bir romancıyı henüz üniversite literatüründe tanımamıştır.
Mehmet Can Doğan: Ben Hacı Taşan'ın mısralarındaki roman ile değişen/değişebilecek olan dünyaların sadece kurguyu öne çıkartan romanlarda yok olduğunu veya böyle bir yöne evrildiğini düşünüyorum. Bu da romanın içselleştirilmesini engelliyor gibi geliyor bana.
Mehmet Önal: Roman türü, teknik yapı itibâriyle çok özel bir edebî türdür ama son zamanlarda kurgu denilen hayâlî yahut uydurma dokusuyla yeni yeni keşfedilmektedir ve bu keşif, Yaradılış’ın, insan eliyle estetik bir tezâhürünü ve bu mânâda taklîdini yeniden gündeme getirmektedir.
Hayat öyle bir hikâyeler toplamıdır ki, ne romandır, ne anlatı! Adına gerçek dediğimiz şey, yaşam dediğimiz oluş yahut varlık dediğimiz değerler bütünü, hepsi hepsi romandaki kurgu’nun menşeini vermektedir.
Aslında yeni bir şey söylediğimiz yok. Sadece, klâsik kurgu anlayışımız değişti. Kullandığımız aynalar yenilendi. Anlatım şekilleri, anlatım tutumları, bakış açıları, yazarın kimliği, anlatıcının esere olan mesâfesi farklılaştı. İşte buna da yeni teknik yapılar diyoruz. Roman türü, batıdaki örneklerinde anlatı’ya doğru açılırken, bizde de her edebî türü bünyesinde toplayan bir terkip hâlini aldı.
İki örnekle bu hükümleri desteklemek isterim:
Mustafa Kutlu’nun eserleri, gerçi hikâyedir ama, bir kitaptaki hikâyeler birleştirildiği zaman ortaya yeni bir şey çıkar. Bu romandır ama bir başka romandır. Birbirinden bağımsız teknik, hikâyedir; hikâyeler bir roman panoraması çizer. Başka yazarlarda hikâyelerin toplamı bir roman etmez. Ama bu teknik, kurgunun yeni bir zaferi olarak karşımızdadır.
Aynı yazarın üslûbu için de çok değişik şeyler söylenmiştir. Bu üslûbun; telif yorumlarla, atıflarla, alıntı ve epigraflarla; makalede bulunan dipnotlarıyla desteklendiği de görülmüştür ve Mustafa Kutlu, eserlerinde tamâmen kurgunun mahsûlü olmasa da, kurguyu etkileyen ve hattâ yer yer inşâ eden bu teknik yapıyı çeşitli konularda tekrar tekrar denemiştir. Yazarın ilk eserlerinden sona doğru giden bir okuma çizgisi tâkip edilirse, üslûptaki gizli inşâ ve bu inşânın kurgudaki rolü ortaya çıkar.
İkinci örneğimiz, Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı adlı eserine dâirdir. Bu romanda bölümlerin birinci şahısla anlatılması, kurguların ilk yorumu diyebileceğimiz Yansıtma Kuramı’na bir örnektir. Ayrıca, insanın hayatı algılayış penceresi olan Ben Kurgusu’na bir göndermedir. Yazar bunun aksini bile iddia etse, kurgunun birinci şahıs bakış açısıyla oluşturulması, okuyucunun zihninde böyle bir çağrışıma ulaşıyor. Her şeyi bilen bir “ben” anlayışına...
Benim Adım Kırmızı romanında, sâdece edebiyat sanatı mı var? Sadece roman türü mü var? Hemen bütün sanatların ve bütün edebî türlerin bir terkibi olan bu yeni kurgu stili, yaşadığımız çağın gerçekleriyle de ilgisi olsa gerektir.
Nasıl ki, son çeyrek asırdır bir postmodern modası vardır ve her karmaşık yapının, meselâ televizyon’un arka kapağı çıktıktan sonra beliren elektronik devrelerin yapısı gibi, entegrasyon yaşayan her eserin etkilendiği akım, bu adla anılır olmuştur. Aristo’dan bu yana varlığından bahsedilen Hermeneutik; doğunun yüzyıllardır geleneğini etkileyen Arabesk; dîvân edebiyatının varlığına en önemli deliller getiren mazmûn sistemi ve son bir kaç asırdır kendisinden bahsedilen sebk-i hindî unutulmuş, her girift yapı, postmodernizm ile izah edilir olmuştur. Gerçi, bütün edebî akımların etkisini aynı anda hissettiren eserler vardır ve postmodern yapı, özellikle kurgu ve üst kurgu ile anlatılırken çok farklı merkezlerin etki zincirleriyle tanımlanamaz bir hüviyete bürünmüştür ama, bütün bu arayışlarda postmodernin etkisinden daha çok kurgu’nun keşfi kendisini kuvvetle hissettirmektedir.
Son dönem romanların epigrafları, başlı başına bir roman. Ustaların spot cümlelerinden hareket eden romancı, harikalar terkip ediyor. Bu epigraflar kimin kurgusu acaba? Geçmişin logolarına, kelâm-ı kibarlarına, vaz ü nasihatlarına ihtiyaç duyan yeni romancı, hangi itibârî dünyayı arıyor ?
Bize göre, onun aradığı yeni bir kurgu yapısıdır.
Yazarı ile okuyucusu ile yeni edebî türler ile romanda kurgu yeni keşfedilmektedir ve bu ilginç keşif, insanın iç dünyasında tamamlayacağı serüvene yeni heyecanlar katacaktır.
Mehmet Can Doğan:Yazmak, kişinin kendisini gerçekleştirmesi kadar tanımasına da vesîledir. İnsandaki iyi ile kötü böyle bir uğraş ile gün yüzüne çıkarken korkutucu, ürpertici, rahatsız edici yanlar da belirginleşiyor sanırım. Bu sorunun cevabı, yazmaya yeni başlayanlar için de bazı işaretleri içinde barıdıracaktır; ayrıca, yazmanın çalışma, gayret ve ısrar olmak ile birlikte teknik bir iş olduğuna ilişkin ipuçlarını da taşıyacaktır.
Mehmet Önal: Aklımdan geçenler artık yazıya dökülüyorsa; yaşamak için sıraladığım ihtiyaçların başında kalem ve kâğıt geliyorsa bir şeylerin oluşmaya başladığına inanıyorum demektir. Yazdıklarımı başkaları da okumalı. Bu fikir, önceleri korkutucudur. Çok korkutucu. Ya alay ederlerse? Ya ben bu metinlere devam edemezsem? Ya gelip geçici bir hevesse? Kendimi nasıl tanımalıyım? Artık acı vermeye başladı. İçim yanıyor. Derdim yok ama ben çok dertliyim. İşin kötüsü, bu iş hoşuma gitmeye başladı. Bu derdin analizi yapılmalı. İlk keşif: Ben neden böyleyim? Yazar olmak, bir duygudur; anlatılamaz, yaşanır. Bunu içten içe hissedenler bu kitabı okumaya devam etsin. Eğer yazarlık sizin için çok önemli değilse lütfen başka şeylerle ilgilenin.
Önce kendimi keşfetmeliyim ama nasıl? Fikirlerime masaj yapmalıyım. Ben yapamıyorsam, bunu çok iyi bilen birine yaptırmalıyım. Nasıl mı? Sevdiğim bir yazarı okuyarak. Bence yazarlığına girmek isteyen insanın ilk işi, çok sevdiği bir yazarı okumak olmalı. Bu zamana kadar okuduğum kitaplar içinde beni en çok etkileyen hangisiydi? Ben en çok hangi kitabı sevdim? Çok farklı duygulardı. Ayaklarım yerden kesilmişti. Başka bir insandı.
Her insan bir kale. Aşılmalı. Ve her yazar o kalenin hazinesi... Kitap okuyarak o hazineye sahip olmalı. Sonra bütün bunları isteyen insana, yani içe dönülmeli ve şöyle seslenilmeli: Ey yolcu ne istiyorsun? Bu dünyada sana yetmeyen nedir ki bir de yazar olarak yeni kurgular icat edip derdini bir iken bine çıkarıyorsun?
Lütfen şunu hayâl eder misiniz? Bu koca kâinat, bir tek evet bir tek sizin için yaratıldı. Siz yazar olasınız diye var bütün evren. Bunu iyice hissettikten sonra şu soruyu sorun: Ben varım. Kâinat ne kazandı? Ben yok olacağım. Kâinat ne kaybedecek?
Bulacağınız cevaplar, şimdiki durumunuzdan bir adım öteye gönderecek sizi. Eğer ilerlediğinizi hissetmiyorsanız, tekrar başa dönün. Hayatımda ne eksik ki ben yazılar yazarak mutlu oluyorum?
Yazmanın neresindesiniz? Sizin için yazmak doğal bir şey midir yoksa bir özenti mi? Başka türlü olmuyor mu? Her şey, her ihtiyaç yazmanın peşi sıra kilitlendi mi?.. O hâlde alın elinize kalemi kâğıdı ilk aklınıza geleni yazın. Sonra... Büyük kabul ettiğiniz yazarlarla karşılaştırın ama muhakkak yaşayan bir yazarla irtibat kurun.
Yakın çevreniz önce alaya alacaktır.
Bu alaylar, büyük yazar havanıza gölge düşürecektir. Bu gölgeyi önce siz yıkın. Kendinizde alay edilecek bir tanecik gedik bile bırakmayın. Târ ü mâr edin vücut ülkesini. Evreni yeni baştan kurun. Bu evren sizi evreniniz. Roman ya da hikâye mi yazmak istiyorsunuz. Hemen sâdece size âit olan figürleri yani kişileri hayâl edin. Bu konuda yazılmış kitaplardan da faydalanabilirsiniz. Ama unutmayın; bu konuda önemli üç kitap var: 1) İnsanın kitabı. 2) Evrenin kitabı 3)... ve sizin yazacağınız kitap.
Mehmet Can Doğan: “Üç kitap”tan yazarın öncelikle bir okur olduğu sonucu çıkıyor. Burada, “doğru” ve “yanlış” okumalar vardır herhâlde. Bu okumalar, yazarın kendi yazdıklarına yöneliktir denilebilir mi?
Mehmet Önal:Her kitabın ilk ve çok sağlam okuyucusu o kitabın yazarıdır; ancak her yazar, kendi kitabının subjektif bir hayrânıdır. Bu yüzden sizin kitabınızı başkaları okumalı.
Dünya kitabının yazarını hayâl edin. Sizin yanı başınızda o. Ona güvenin. O sizin ikinci benliğinizdir. Hani şu her an hissedilen ama bir türlü görünmeyen, görülemeyen bir kuvvet vardır ya.. işte o. Onu içinizde hissedin ve sonra karar verin: Yazdıkça özel hayatım düzene giriyor.
Geçim derdinin asgarî düzeyde de olsa karşılanması gerekir. En azından siz zorunlu ihtiyaçlarınızı temin edecek bir kazanca veya aile yardımına ulaşmış olmalısınız. Eğer sizin kitabınız öncelikle size doğal gelmezse başkaları için doğallık mesajları gönderemeyecektir. Unutmayın, sizin kıymet verdiğiniz bir kitaba başkaları kıymet vermeyebilir. İlk kitabınızı yazmadan evvel küçük metinler meydana getirin.
Bir metni bir kere değil, en az üç kere yazın. Yazarken ilk heyecan dalgası geçtikten sonra her kelime grubunun alternatifini oluşturun. Sizce birer sayfalık metinler bittikten sonra her metinden kelime atmaya başlayın. İkinci derece, üçüncü derece ve dördüncü derece ve diğer dereceler. Sizce gereksiz kelimeleri atın. Atıldıktan sonra cümlede anlam kaybı olmuyorsa, o kelime lüzumsuz demektir.
Bir kaç sayfalık bir metin oluştu mu? Sizce bu metin devam etmeli yoksa artık bitti mi? Devam edecekse edebî türü belirleyin. Deneme mi olacak makale mi olacak?... Hikâye mi, roman mı, tiyatro mu, şiir mi... Sizce bu metnin türü nedir? Ben bunu bilmiyorum. O hâlde şu soruyu sormalı: O türe ait bilgim var mı? Sizce o türün geleneksel özellikleri mi devam etmeli yoksa türe yeni özellikler mi girmeli? Yeni şeyler bekleniyorsa eski bilgilerin bir kısmını edinmek gerekecektir. Eski bilgileri almanın en emin yolu bu türde okunacak kitaplara ulaşmaktır ve diğer kaynaklara... Eğer metin size bir lezzet vermişse o metin yayınlanabilir demektir; yazdığınız metni siz sevmedi iseniz sakın yayınlamayın. Sonra çok üzülebilirsiniz. Metni başka biri okumalı. Sizin güvendiğiniz biri olmalı. Yazar yaralı ceylan... Yusuf’un kuyusundan, bir damla su alan karınca... İbrâhim’in ateşini söndürecek, kendi karârınca... Hangisi yaralı ceylan? Yazar, Yusuf, İbrâhim, karınca... Yusuf kim, İbrâhim kim? Yazar kim? Yazarlık, geniş birikim istiyor. Farklı ilgi merkezleri beslenmeli ama bunlar sun’î olmamalı. Özenti değil, içerde hissedilmeli; ateş, önce yazarı yakmalı sonra okuyucuyu... Kıvılcım, yakmazsa ömrü bir andır; yakarsa ateş... Sayıklama bunlar. Sayıklamadan, yakazadan kurtulmalı. Önce sayıklamalı, sonra kurtulmalı. Ve yazmalı.
Mehmet Can Doğan: Edebiyat bilimi ve edebiyat eğitimi hakkında bir kitap yayımladınız. Sizce bu eserde dikkat edilmesi gereken şey nedir; bu çalışma, hangi kaygıların ürünü? Sanatın ve özellikle edebiyatın eğitiminde karşılaştığımız güçlükler hakkında neler söyleyebiliriz?
Mehmet Önal: En Uzun Asrın Hikâyesi, Yeni Türk Edebiyatı’nın teorik meselelerini ele alan araştırmanın ilk cildidir. Bu kitapta, edebiyat kavramının tanımından başlamak üzere, edebiyat sanatının ve edebiyat araştırmalarının özelliklerinden yola çıkarak bunlara âit yeni yorumlardan bahsetmeye çalıştım. Son iki asrın bâzı dönemlerini, birbirinin devâmı olarak düşünmekten başka, birbirini tekrar eden zaman dilimleri olarak ele alınmalı. Bu kronolojik süreçte, metot çalışmaları, söz konusu alanı nazarî olarak değerlendirmenin yanı sıra, kavramlar üzerinde düşünmek ve onlara yeni transfer imkânları kazandırmak gibi işlevleri de yerine getirmeli. Dikkatimizi çeken bir başka şey de, edebiyat eğitiminde amaç, mâhiyet ve fonksiyon kavramlarının yerine işâret etmek gerekliliğidir. Hiç şüphesiz, sınırlandırılmış bilgi ve tanımlanmış beceri, kendi sahasının dışındaki alanlarla entegre olmalı ve hayata açılmalıdır. Bu kitapta, edebiyat alanının sosyal hayata açılma yolları tartışıldı; edebiyat ve iletişim kavramları, bir ortak noktada toplanmalıydı ve bu konuda çeşitli teoriler geliştirilmeliydi. Hepsini yapabildik mi bilmem ama bir ihtiyacın giderildiğini söyleyebilirim.
Edebiyat eğitiminde karşılaşılan güçlükleri üç gruba bölmek mümkün: Teori, Araştırma ve Uygulama... Edebiyat eğitiminin öğretmen, öğrenci, kurumlar ve malzeme olarak ayrıca ele alınması gerekli.
Mehmet Can Doğan: Edebiyat eğitiminin içinde yer alan biri olarak bu eğitimin işlevi, amacı hakkında söyleyecekleriniz olmalı... Edebiyat eğitimi neye yarıyor? Ülkedeki edebiyat kültürüne katkısı nedir bu eğitimin? Edebiyat fakülteleri bu noktada sosyal hayatın içinde bir edebiyat eğitimi veriyorlar mı?
Mehmet Önal: Bir çırpıda dört beş soru birden sordunuz. Hepsine cevap vermek zor ama bir kenarından başlamak isterim. İnsan, sanat, edebiyat ve hayat... Sanatın işlevi, bu kavramlardan çıkabilir. Sosyal hayatta edebî eserin özellikleri bilinmez ama sezilir. İnsan ve kelime ilişkisi ; sanat ve yazı ilişkisi; kurulabilirse ; amaç, mâhiyet ve fonksiyon için bir şeyler söylenebilir.
Bu noktada yayınlanmış bir yazımdan hareket ederek bilgi vermek istiyorum: Bir çok kaynağa baktığımızda edebiyat alanının bilim olamayacağını, onun bir sanat dalı olduğunu; eğer ille de bilimsel bir özellik bulunacaksa, bunun edebiyat bilimi terkibinde değil, edebiyat araştırması ifadesinde aranması lazım geldiğini veya benzeri iddialar okuruz. Bir sanat dalı olan edebiyatın estetik yorumları ve öznel tavırları dikkate alındığında, bu iddialar mesnetsiz kalır. Edebiyatın bir bilim dalı vasfıyla nitelendirilmesi, bir bakıma yanlıştır ama; bir mecbûriyettir. Sanat deyince üniversitelerde yanlış anlaşılıyor.
Dikkat ederseniz mâhiyet anlayışı çok önemlidir. Siz edebiyatın mâhiyetine nasıl yaklaşırsanız, fonksiyonuna da öyle yaklaşmak zorunda kalırsınız.
Edebiyat eğitimi, yeri geldikçe, fen bilimlerinin (analiz ve sentez gibi) metotlarını da dikkate alır; ayrıca, hem âlet ilimlerinin hem de sosyal bilimlerin metot ve tekniklerini kullanır. Karşılaştığı edebî eserlere göre yeni teknikler belirler; edebî eserleri birbirlerine göre değerlendirir; çağı, nesli ve türü içindeki yerini inceler; edebiyatın konusunu, amacını, fonksiyonunu, mâhiyetini, tekniğini ve bunlara benzer özelliklerini araştırır; verileri tetkik eder, geneller, özelleştirir; istinâî kurallar oluşturur, bazen kurallardan uzaklaşır, kimi zaman bir sonuca bağlamaya çalışır ve bir obje olarak kabul ettiği edebî eseri anlamaya ve anlatmaya yönelir.
Biz edebiyat eğitimi mi yapıyoruz yoksa öğretmen mi yetiştiriyoruz? Türk eğitim politikasında bunun cevabı verilmelidir.
Okunan edebî eserdeki izlenimleri, sanatın öznel yapısını reddetmemek şartıyla, şahsîlikten kurtarmak ve mümkünse bir metoda bağlayarak incelemek, edebiyat biliminin işlevindeki temel sınırları çizer. Ayrıca, edebî eser karşısında sistemli bir düşünme ve araştırma geleneği oluşturmak da, edebiyat bilimi için arzulanan şeylerin başında gelir. Bu yapılırken, bir bilim dalının sınıflandırılmasında beliren farklı bakış açıları, öncekilerin ortaya koyduğu gruplandırmaları zenginleştirebilir, detaylandırabilir.
Gerek dünyâda ve gerekse ülkemizde, sanat ile bilim kavramlarının imtizâcı, her zaman mümkün olamamaktadır ama sanat eserlerini ilmî metotlarla incelemek üzere, çeşitli yolların olabileceği kabul edilmiştir.
Sanatın estetik yapısı, bir bakıma serâzâd tavırlara müsaade ediyor gibi görünebilir. Bir sanat eseri yazılırken, buna hak verdirecek emâreler çoktur. Belki de insan; sanatçı-şâir-dehâ gibi sıfatları ile sanat eseri arasında ilgiler kurmaya çok müsâit olan muhayyilesini, zevk ikliminde bir disipline tâbi tutmak istemez. Böyle olunca da içinde bulunduğu ruh hâlini, esere akacak çağrışımlarla yönlendirir. Bize düşen, onun eserini incelemektir.
Bazı sanatçılara göre, sanat eseri incelenirken, sanatçının ruh hâli sezilemezse; sanat eserinin çağrışımları kaybolur; temel ihsas sahalarının farkına varılmadan yapılan bir inceleme, eserin geri plânını kapatır ve sanatçının hiç istemediği bir olumsuz netice cümlesi ile eser mahkûm edilir; zâten onlara göre, sanat eseri de incelemek için değil, duyulmak için, yaşanmak içindir. Ahmet Haşim, bu görüştedir.
Edebiyatın mâhiyetinden anlaşıldığı üzere, estetik bir obje olan edebî metin, subjektif de olsa bir sistemle incelenmelidir. Edebî eseri ortaya çıkaran sanatçı mizaçlar, anlaşılmayı ve kendi öznel tercihlerindeki içtihatlarıyla çözülmeyi beklemektedir; milletimiz, irfânın ve medeniyetlerin kurucularından olan sanatkârlarını tanımak ve onlara sahip çıkmayı arzu etmektedir; ve nihâyet, edebiyat eğitiminde, edebî metne akseden birikimler, bütün insanların evrensel boyuttaki ilgilerini akla getirmektedir.
Mehmet Can Doğan: Bir edebî eserin incelenmesinde farklı yaklaşımlar olduğu biliniyor. Size göre eser incelemesinde nasıl bir yol izlenmelidir? Bir eserin farklı yöntemlerle yeni okumalara konu veya malzeme olduğu görülüyor. Bütün bu okumalar, okur için ne ifade eder, ne ifade etmesi gerekir? Okurun, edebiyat meraklısının bunlardan alması, edinmesi gereken bilgiler var mıdır; varsa, bunlar nelerdir?
Mehmet Önal: Bu birikimler, “edebiyat bilimi” nin içinde kabul edilen, subjektif tarafı da olmakla birlikte “objektif” kelimesinde tekâmülü bekleyen metotlarla incelenmektedir. Ortaya çıkan sonuçlar, istenilen alanlarda kullanılabilir. Edebî eserde ortaya çıkan duygu platformu; insanoğlunun her asırda az veya çok değişikliğe uğramış ilgi merkezlerini, bir subjektif yansımayla verebilir. Eser için yapılan tespitler, bir bakıma o eserin sanatkârına âit bir çözümlemeyi ifâde eder ama aynı zamanda, insanoğlunun ruh ufuklarına dâir bir fikir verir. Yeter ki, kelimelerin temsil ettiği mânâlara ulaşabilelim; sanat eserinin itibârî dünyâsına gidebilelim; bu sâyede, edebiyat eğitimi için, bilimsel metotları kullanabilmeyi tecrübe etmiş olalım.
Mânâlarına nüfûz etmek istediğimiz edebî eserde motif, sembol, imaj, mazmûn ve hattâ mecaz ve istiâre kavramlarına âit özel tercihler incelenirken, onun estetik yapısını ve fikir dünyâsını, kendi içindeki bütünlüğü ile anlayabiliriz. Temsil gücü bakımından, kullanılan ifâdenin hem gerçek anlamına, hem de yukarıdaki kavramlara isnad eden anlamlarına ulaşmalıyız. Günümüzde, sanat eserinin muhatabıyla olan estetik mesâfeleri tam olarak çözülemediği gibi; kelimelerin, motif, imaj, sembol, mazmûn... gibi anlam koridorları, henüz birbirinden kesin farklarla ayrılıp çözülememiştir. Bu gibi kavramların tanımları elimizdedir ama örnekler göstermiştir ki, bir sembol aynı zamanda mazmûn olabilmekte; bir mecâzî ifâde, teşbih diye kullanılmakta veya nesirde çok sık tekrar edilen bir kelime temel motif sayılmaktadır.
Bu türden motifler taşıyan binlerce eserimiz var.. bunlar mukayeseli bir şekilde incelenmemiştir. Türk edebiyatı, binlerce kilometrekarelik geniş bir coğrafya, bir bütün olarak ele alınamamıştır. Yazma eserlerimizin okunup yayınlanması şöyle dursun, arşivlerimizdeki yazmaların daha tam bir kataloğu bile yoktur.
Mehmet Can Doğan: Eleştirinin edebiyata, eseri üzerinde durulan yazara bir katkısı var mıdır? Okurun yönlendirilmesinde eleştiri nasıl bir rol üstlenir?
Mehmet Önal: Münekkit, edebî eseri kıymetlendirir. Sistematik bilgi ne tür gelişmelere sebep olur? Bu soruyu biz soramıyoruz. Eleştirmen sorar... Edebî metinlerin bir sistem içinde incelenmesi, öncelikle uzmanlar arasında müşterek hedefler teşekkül ettirebilirse, yeni transfer basamakları gelişecektir. Eleştirmen, bu uzmanlardan biri olmalı.. Tenkit edici tavır bence iyi değil ama, sanırım siz de hatâları ifşâ etmekten ziyâde objektif değerlendirmeyi kastediyorsunuz. Eleştirmenin değerlendirmeleri çok önemlidir. Elde edilen bilgiler; estetik, eğitim, iletişim.. gibi birçok farklı uygulama alanlarında kullanılabilecektir. Bu durum, hem sanatçıya ve hem de eserle muhatap olan insana kuvvet verecek; aynı zamanda, milletimizin birlik ve berâberliğine ve bunun yanında dünyâ barışına âit fikirler üretmemize de sebep olacaktır. Bunu her okuyucu, yapamayabilir.
Bir ülke içindeki aydınların, sanat ve edebiyat yoluyla yapabileceği hizmetler, saymakla tükenmez. Bilim, faydası açısından düşünüldüğü zaman, medeniyet hazinesinin alternatifsiz bir muhitidir; sanat ise, bu hazinenin en kıymetli mücevheri... Edebiyat bilimi, sadece eseri değil, insanı da arayan bir ışık... Yakın zamanlara kadar, öncelikle bir sanat dalı olarak ele alınan edebiyat sahasının, başka alanlara nasıl transfer edileceği, meselâ eğitim amacıyla nasıl değerlendirileceği, iletişim sahasına nasıl aktarılacağı, sosyolojik veya psikolojik alanlarda nasıl kullanılacağı, değişik kültür atmosferlerinde sanat ve edebiyat yoluyla müştereklerin nasıl sağlanacağı; oryantalistik, sümeroloji, altaistik gibi ilgi alanlarının, hangi amaçlarla değerlendirildiği gibi meseleler, edebiyat biliminin ilgi alanlarında olmalıdır.
Acaba edebiyat bilimi olarak adlandırılan saha, hangi amaçlara, ölçütlere, verilere... göre sınıflandırılıyor.. Edebiyat Bilimi içinde edebiyat teorisi (nazariyâtı), edebiyat târihi, edebî tenkit, edebiyat sosyolojisi, mukayeseli edebiyat, edebiyat eğitimi gibi alt dallar var. Bunlara, edebiyat ve iletişim, edebiyat psikolojisi, edebiyat felsefesi gibi çalışma sahaları da eklenebilir veya bunlar, mevcut sistem içinde öne çıkarılabilir.
Mehmet Can Doğan: “Edebiyat eğitimi” sözünden ne anlıyorsunuz? Bu eğitimin bir edebî eseri kavramada, anlamada etkisi, sınırları nelerdir? Edebiyat eğitimi, edebî eser yazmayı mı öğretecektir yoksa edebî metinleri incelemeyi mi? Eleştirel bir bakış kazanmak, kazandırmak noktasında edebiyat eğitimini olmazsa olmaz bir terbiye şeklinde niteleyebilir miyiz? Bu eğitimin varlığı kadar uygulaması da başlı başına bir sorun olarak durmuyor mu?
Mehmet Önal: Aslında her şey bir okuldur; eğitim, talim ve terbiye kavramları, sanat eğitimi esnasında farklı çağrışımlara sebep olmaktadır. Bilhassa “edebiyat” ve “edebiyat eğitimi” konularıyla ilgilenen bizler için edebiyat eğitimi kavramı çeşitli açılardan yorumlanmalı.
Belki de edebiyat eğitimi denilince, iyi bir edebiyat öğretmeni nasıl olunur sorusunun cevapları aranmalıdır... Edebiyat eğitiminin estetik ve didaktik yönleri, edebiyat sanatı gibi, eğitimin de bir sanat olabileceğini hissettirir. Edebiyat biliminin bir alt dalı olarak düşünülen edebiyat eğitiminin, edebiyatı öğretmek gibi bir temel işlevi olmalıdır.
Sanat, meşk ederken, yaşarken öğrenilir. Bunun mâhiyeti, sınırları, ölçüleri... araştırmalarla tespit edilmelidir. İster sanat eğitimi verelim istersek sanatı inceleyen bir eğitim programı takip edelim, her iki halde de edebiyat sanatının mahiyetinden hareket etmeliyiz.
Bu mesele, edebî metnin özelliklerinden yola çıkılarak belirlenebilir. Eğitimdeki amaçlar, hedefler, metotlar ise, mahiyeti ile birlikte edebiyatın fonksiyonuna bakılarak anlaşılabilir. Edebiyatın fonksiyonu edebî eserin okunmasıyla ortaya çıkar.
Öncelikle edebiyat eğitiminde, kim eğitilecek, niçin eğitilecek, nasıl eğitilecek; kim eğitecek, edebiyat eğitimini kimler nasıl yönetecek, eğitim nasıl olacak, edebiyat eğitimi nasıl örgütlenecek, edebiyat eğitimini kimler destekleyecek, edebiyat eğitimi nasıl yenileştirilecek gibi sorular sorularak edebiyat eğitiminin teorisi belirlenmeli; bununla ilgili araştırmalar yapılmalı ve üçüncü olarak da uygulama önerileri tespit edilmelidir... tıpkı genel edebiyat biliminde yapıldığı gibi edebiyat eğitiminin ve edebiyat öğretiminin alanı belirlenmeli, sınırı tespit edilmeli; terimleri tanımlanmalı ve metotları oluşturulmalıdır.
Ülkemizde, edebiyat eğitiminin felsefî, psikolojik, toplumsal ve ekonomik yönden nasıl yorumlanacağı, bu hususta nasıl fikir üretileceği henüz sistemleşmemiştir. Edebiyat eğitiminin din, felsefe, tasavvuf gibi kaynaklardan nasıl yararlanacağı; edebî metin ile psikolojik yapının edebiyat eğitimindeki mesafesinin ne olacağı; edebiyat eğitimi ile cemiyet arasındaki etkileşim konusunda ne gibi araştırmaların yapılacağı; ilk öğretimden başlamak üzere edebiyat eğitiminin hedefleri doğrultusunda ekonomik ölçüleri belirleyecek bir alan çalışmasının hangi ölçütleri taşıyacağı henüz kesin sınırları ile bir plâna, programa bağlanabilmiş değildir. Belki de bu noktada, teorik meseleler; hedef, amaç ve alan sınırı detaylarında değerlendirilerek yorumlanmalıdır.
Okuma yazma problemi çözülmeden; okumanın ve yazmanın bir zevk olduğu fikri yaygınlaşmadan, buna ait sosyal ve psikolojik zeminler hazırlanmadan edebiyat eğitiminin sağlıklı olabileceği herhalde söylenemez.
Edebiyat eğitiminin ve öğretiminin değil, Türkiye’deki eğitim problemlerinin söz konusu olacağı bir genel fikir üretimi yapmaktansa, bu noktadan itibâren edebiyat eğitimini bazı temel açılarla incelemenin yararlı olduğuna inanıyoruz. Teori, araştırma ve uygulama.. İşte üç temel nokta.
Mehmet Can Doğan: Yazarlık ile edebiyat eğitimi arasında yeniden bir bağ kurulsa... genç yazarlar için yeni ufuklar aransa...
Mehmet Önal: Bu zor bir iş ama o nispette zevkli... Bir yazar, ifâde etme yollarını, ifâdede birikim meselesini; konu, kavramlar, mesaj, bakış açısı, üslûp.. gibi temel değerleri öğrenmelidir. Benim tekliflerimden biri de edebiyat ve iletişim kavramlarını birlikte düşünmektir. Edebiyat ve iletişimin pek çok müştereği vardır. Bir yazar “Medya Tanımları”ndan haberdar olmalıdır. Okuryazarlıktan, medya okuryazarlığına geçmelidir. Edebiyat ve iletişim araçlarını birlikte değerlendirmelidir. Varak, kitap, cönk, defter.. bir tarafta mecmûa, gazete, radyo, sinema, televizyon, bilgisayar diğer tarafta. Sonra oturup sormalı: Metin veya senaryo, nasıl bir uyarıcıdır? Edebî metin nasıl bir şeydir? Sahi, metin nedir? : Her türlü uyarıcı... Kelimelerle anlatılan her şey.. Senaryo nedir? Metin yazarlığı nedir? Bu sorulardan sonra doğal ortamlar: Siz yazmalı mısınız? Soru evet ise bir kompozisyon oluşturmak nedir, sorusu.. Sonra da şu basamaklar: Tür’lerle ilgili bakış açıları kazanmak; fonksiyonu belirlemek; yetersizliklerin, eksiklerin tespiti; geçici plân yapmak; verileri, motiflerin belirlenmek; fazla olanların çıkarılması; yazma aşaması ve uygulamalı plân.. bütünü gözden geçirme... Kitap sırasıyla bunlar doğru da her zaman uygulanası değil. Herhâlde kendimize mühlet vermeliyiz. Siz ne tür metinler yazmak İstiyorsunuz? Makāle, deneme, şiir, hikâye, sohbet, reklâm metinleri, film senaryoları, haber metinleri.. Bunlardan başka: Anlatı, duvar yazısı, bilimkurgu... Hayır hayır!.. daha yeni bir şey... duygularımı ifâde edecek... İşte edebiyat bunun gibi bir şey.
Mehmet Can Doğan: Teknik özellikler yanında insanın içinden gelen ve okur insanı da içinden yakalayan bir edebiyat tasarlandığını düşünüyorum. Böyle bir edebiyat anlayışından ortaya çıkan edebî eser, evreni, hayatı, dünyayı, insanı gözleyen, anlamaya çalışan bir bilinci gerektiriyor sanırım.
Mehmet Önal: Bu bilinç, ayrıntıyı verecek. Öyle bir ayrıntı ki; teferrûdan başlayacak; tafsîlât, detay; öncelik sıralamasında geride kalan şey; fasıllar, mufassal konular, mütemmim cüzler, hey’et-i umûmiyye, aksesuar, garnitür, ayırma, incelik, enstrüman, araç, ayrıntı dosyaları.. hepsi hepsi girecek. Sosyal hayatta ayrıntı görülecek. Günlük hayattaki ayrıntılar ile kurulan ilgi zeminleri, oluşan mesâfeler... Sosyal çevre, tabiî çevre, siyâsî çevre, soyut veya itibârî çevre anlayışı.. işte ayrıntı aksesuarları: tesbih, anahtar, araba anahtarı, kalem, bozuk para, yüzük, saat, yüzük, bilezik, oje, telefon, portföy...
Şimdi söylemek istiyorum: Medeniyet teferruat üzerine yükselir. İlim, tafsilâtlı çalışma ister. Sanat, parçalardan oluşur; parçalar, bütünün emrindedir. Vatandaş, “bütün” le, ihtiyaç noktasında ilgilenir. Esas önemlidir; ama, usûl, esâsı bozar.
Heyecan önemlidir: Gerçek anlam, temel anlam, genel anlam, mecaz anlam, yan anlam, inas, terim anlam, argo, eş anlam, yakın anlam, uzak anlam, zıt anlam, anlamda aktarmalar, deyimler, ata sözleri, vecizeler, kelâm-ı kibarlar, duvar yazıları, sosyal, siyâsî sloganlar, kelime grupları, tamlamalar, ikilemeler, birleşik kelimeler, çağrışımlar, imajlar, mazmunlar ve semboller.. hepsi hepsi tamam ama ben heyecan ortamından çıkmışım. Hesap başlamış. Ticaret girmiş araya ve sanat bitmiş.
Mehmet Can Doğan: Böyle bir edebiyat dünyasında/piyasasında, yazdığınız hikâyeleri, romanları nereye koyuyorsunuz?Romanlardan hareket edelim: "Şeffaf Kanatlı Zaman"da, "Ömrün Özeti Birgün"de ve "Efsâne"de yakalanan ayrıntılar, heyecanlar öncelikle size neler söylüyor. Bu romanların okura neler söylemesini isterdiniz? Efsâne nedir, sorusunu belki de cevapladınız ama ilk iki romanda, gergin bir atmosfer vardı, "Efsâne"de hem atmosfer, hem de anlatım daha bir rahatladı, yanılıyor muyum?
Mehmet Önal: Yazdığım kitapları, yağmurun yağışına benzetiyorum. Tabiî bir akış olmalı.. Yapabildim mi bilmem. Olmazsa olmaz. Yazılmalıydı, başka çâre yoktu. Aşkı ifşâ aşkı bitirse de.. yazılmalı. Nefes almak için; kendimi insanlara arz etmek için;... asırlardır söylenen şu tenezzülü anlamak için.. Kitap piyasasında kendimi, kendi hâlinde bir yazar olarak görüyorum. Binlerce terziden, binlerce marangozdan biri.. Aslında sizin dediğiniz gibi bir yer aramadım. Allah nasip etti. Ben de yazdım. Efsâne gelene kadar içimde müdhiş gerilimler vardı. Bu doğru. Efsâne beni hayata bağladı, diyebilirim. Yazı hayatına.. Bitmişti bazı şeyler, öyle bir çâresizlik ki, yılanlarını kaybetmiş bir yılan çobanı... Ne yaparım Efsâne olmazsa? Bir rahatlama, bir ufuk ve açılım. Bunu söyleyebilirim.
Mehmet Can Doğan: Sonradan hikâyeler de yazan romancı bir arkadaşım, bir romanındaki bazı durumları hikâye formunda yeniden yazdı. "Orada bunları çok kolay geçmiş, harcamışım." dedi. Roman ile hikâyenin imkânlarını düşününce bu tavır bana ilginç olduğu kadar anlamlı görünüyor. "Çemberimde Gül Oya" ile "Kafdağına Kar Yağıyor"daki hikâyeleri yazarken "Bunların her birinden bir roman çıkar" diye düşündüğünüz oldu mu?
Mehmet Önal: Her hikâyeden, her cümleden, her kelimeden.. her harften bir roman çıkabilir. Elif’in Romanı... Acaba biz hangi harfe benzeriz? Bizim romanımız. Alfabede çok harf var. Birini bulmalı. Bazı hikâyelerim roman oluyor, sonradan. Her hikâye roman olabilir. Kim yazarsa yazsın. Bir ustanın hikâyesini okuyup da, bundan ne güzel bir roman olur dediğim de olmuştur. İşte sanat bu. Yazar hikâye yazıyor. Okuyucu, onu roman olarak düşünüyor. Bir kelime bir harf.. İşte roman.
Mehmet Can Doğan: "Çemberimde Gül Oya"daki hikâyeler, tahkiyeli eserler yazan birinin biraz rahatlamak için yazdığı metinler gibiydi. "Kafdağına Kar Yağıyor"dakiler ise, kitap bütünlüğüne ulaşması düşünülen hikâyeler gibi görünüyor. İlk kitaptaki hikâyeler, hayat ile, toplum ile daha bir sıkıştırılmışken ikincidekiler kendi dünyaları ile varlık buluyorlar. Bu bir gelişme midir yoksa yer değiştirme mi?
Mehmet Önal: Kafdağına Kar Yağıyor kitabı, Efsâne’nin izinde yürüdükten sonra geldiğim nokta. Her hikâyeyi birleştirmek istedim. Efsâne’nin yörüngesinden çıktıktan sonra, kar yağdı dağlara. Bir yer değiştirme değil. Hâl’in ifşâsı. Belki de saklamak gerekir. Yahut transfer etmek.. Sakla bakalım. Kim saklayacak? Anlat bakalım. Kim anlatacak? Başka şeyler olmalıydı. Kitap yazarken hesap içinde olmuyorum. Nasıl görünüyorsa öylece anlatıyorum. Bazan hatâ oluşuyor. Teknik, târih, popülizm, sanat, felsefe, tasavvuf, teori ve uygulama.. herşey birbirine giriyor. Çözebildiklerimi anlatıyorum. Gelişme mi gerileme mi, bunu bilmiyorum. Eskiye nazaran edebiyatı daha iyi anladığımı zannediyorum. Okuyucularımın beklentilerine cevap vermeye çalışmak gibi bir sorumluluğu hep içimde duyuyorum ama hesap, plân falan.. böyle değil. Tabiî olarak, onları düşünerek, onlarla irtibat kurarak... Hattâ her bir okuyucumu benim kitabımın yazarı kabul ederek.. Kendiliğinden olan bir şey... Böyle işte...
Mehmet Can Doğan: Çok teşekkür ederiz, efendim.